24 Mart 2012 Cumartesi

'Banaloji' Kitabı

İÇİNDEKİLER

Ekstremofiller
Geçmişfeçesbilimin Patolojik İrdelemeleri
Kültürel Şizofreni
Nüfus Kağıdındaki Din Hanesi
Unutamadığım Akşamcılar
Zevce Nataşa’dan Pahalıya Geliyor
3. Cinslere Özgürlük
Sigara 2007
Moda ve Anti-Moda ve Anti-Anti-Moda
Türkiye Hane Harcamaları 2007
Ekmek Bulamayan Pastavilla Makarna Yesin
Kültürel Topoloji
Tokofobi
Ayılana Esrar, Bayılana Eroin
Aslı Han
Türkiye’nin Travmaları 1
Bankalar ve Masraflar
Deli Müzesi
Toplumsal Libido Durumları
Kargo Şirketleri Hakkında
Sigara Yok, Esrar Var
Türkiye’nin Travmaları 2
E-Terapi
Harcama ve İsraf
Türkiye’nin Travmaları 3
Türkiye’nin Travmaları 4
Fairuz Derin Bulut
Toplama Kampı Psikolojisi
Kadına Ceza Kesmeli
Arzu Objesi Kırmızı Taban
Lazlar’dan Neden Sarışın Çıkar?
Kadın Orgazm Olmayınca
Otomobil Fiyatına Anaokulu
Sayı da Saymamış, Sopa da Yememiş
Bildiğim Bir Mevzu: İntihar
TKP’nin Reklam Filmi
Porno Yıldızına Müslüman Türk Hayranından Mektup
Yavuz Dolandırıcı Maktulu Bastırır
Köpek Bana ‘Hişt’ Dedi
Ne Sayı Saymış, Ne Sopa Yemiş
Uyuşturucuya 23 Milyon Dolar Harcadım
Nikahsız Evlilik
Bozcaada Rekoltesi Yasak
Homolar AKP’yi Seviyor
‘Nazım’ın Katili Vera’nın Yazılış Öyküsü
Doğmamış Çocuğa Mektup
Vicdani Ret
Koyun Koçu
Taşra ve Melez
Porno Yıldızı Şahin K.: AKP Beni Solcu Yaptı
İbne Hakem
İntihar Edenler ve Etmeyenler
Proleteryanın Şeyselleşmesi
Dondurma Otomobil Ezdi
Laz Orjisi
Lezbiyen Annenin Davası
Futbolda Alaturka Faşizm
Deliyim, Delisin, Deli
İETT Doğru Söylemiyor
Labya Seğirmesi
‘Post-Reification’
İleri Marjinallik
Başka, Diğer ve Öteki
Ticari Kartların Kültürolojisi
Üniseks ve Enterseks
Nefret Suçları

Ekstremofiller

Adamın biri 42 (kırk iki) kilometre yukarıya balonla çıkmış, tabii gaz maskesiyle ve özel giysilerle. Ordan kendini serbest düşüşe bırakmış. Gereken zamanda paraşütünü açmış. 4 dakika 30 saniyede sağ salim aşağıya inmiş.

Böylelerine ‘uçsever’ (ekstremofil) deniyor, doğada da aşırı sıcak, asitli, tuzlu ortamlarda yaşayan canlılar var, sıfat oradan geliyor.

Bir insan bunu neden yapar?

Şimdi birileri bunu, uzaycı amatörlerin olanaklarıyla, 100 kilometreden yapmak niyetinde.

Bu insanlar manyak mı?

Hayır.

Bunun için birçok neden var:

En öncelikli neden, adrenalin bağımlılığı. Bedenleri o hormona aşırı gereksinim duyuyor, hatta bağımlı durumda. Ayrıca heyecan güzel duygudur, radara binmişsinizdir herhalde...

Bazıları yaşamdan bezmiş durumda, intihar etmektense, intihar benzeri koşulları deniyor, rus ruleti filan oynuyor (bakınız: ‘Geyik Avcısı’ filmi).

Bazıları meslek icabı bunu yapıyor. En baba dublör 250.000 dolara, 25 milyon dolarlık aktörün hammaliyesini yapıyor ve arada  ölenler de oluyor tabii ki.

Bazıları sıradan yaşamı tekdüze buluyor. Bu en çok savaştan sağ dönüp, olağan yaşama uyum sağlayamayan insanlar için geçerli. Aslında, bu da bir Vietnam sendromu.

Benimkisi ise, Laz fıkrası hesabı: “Kim ittu, laa benu?”

Çok olağan bir insanken, 20 bedensel, 20 zihinsel ölüm tehlikesi atlattım, bazılarında sağ kalma şansım % 1 idi.

Bu ekstrem koşullar, bir tür ‘güneşe yaklaşan İkarus’ durumu yaratıyor, giderek daha yükselmek ve ölüme giderek daha çok yaklaşmak istiyorsun. Bendeniz, Elia Kazan’ın ‘Hesaplaşma’ filmindeki gibi, son anda kafayı eğip, sağ kalanlardanım.

Aranot: Hiç intihar etmeyi düşünmedim. Ancak, ölüm saldırısında psişik savunma kalkanımı da kullanmıyordum. Ölümle sıcak temas halindeydim. Kafka, buna ‘derisizlik’ diyor.

Sonraa: 45 yaşımda çok sert bir fren yaptım. Ortalık yanık kokusu doldu.

U dönüşü yaptım ve yaşama doğru gaza bastım. 2 yıl geçti. A,aa, o da ne? Ölüm yine karşımda.

Neden? Çünküü:

Şimdi ve burada, faşizm ve engizisyon var.

Önüm arkam sobe olmuyor maalesef. Ekstremofil-sanal ben, daha da uç bir deneye girişiyor. Zihinsel ölümleri ve kültürel ölümleri birbirinin üzerine salıyorum. İyi koreografiydi doğrusu...

Aralık 2007’de uç bir beyinin delilik, ölüm, faşizm, engizisyon, devrim danslarını izlediniz.

Daha da heyecanlı makinist parçaları az sonraaa...

Tarkan’dan yeni yıl şarkısı:

“Gelecek biziz, ölüm biziz
Sizleri de bekleriz.”

(22 Aralık 2007)

Geçmişfeçesbilimin Patolojik İrdelemeleri

Geçmişbilim tarihtir.

Feçesbilim fekolojidir. Dışkıdan tıpsal çıkarsamalar yapar. Dışkınıza bakarak, ölüm ve yaşam nedenlerinizi irdeler.

Patoloji ölüler üzerinde çalışır.

Geçmiş ölüdür, değiştirilemez ama gelecek için ondan dersler çıkarılabilir bir şeydir. Geçmişin patalojisi işe yarar.

İnsan türü, tarih için, kaymaktan çok, dışkı üretir.

O nedenle, geçmişi çalışmak, ölü-dışkılar üzerine çalışmaktır.

Elimizde güzel bir ölü-fışkı var:

Bugünkü TSK’nın, yavaş intikal davranışlarının 1.’si 1. Kıbrıs Harekatı’dır.

TC, 1945’ten sora ABD’ye ilk kez 1974’te hayır dedi ve bunu ambargoyla ödedi.

Ancak en bi en süper güç, hakimiyetinin en bi zaman ve en bi mekanında çuvalladı ve bunu asla ve kata kavrayamadı.

Öyle ki 33 yıl sonra hala kavrayamamış olduğu görünüyor.

Kritik nokta-bilgi:

“Hazırlanan bir raporda, Türkiye’nin 1-15 Ağustos 1974 arasında sürdürdüğü 2. Barış Harekatı’nın hazırlıklarının ise ABD istihbaratı tarafından tespit edilemediği, dolayısıyla bunun da önlenemediği ifade edildi.”

Türkiye bu sırada, istihbarat eksikliği nedeniyle kendi gemisini bombalayarak batırdı.


Gene aynı nokta:

Genelkurmay başkanı son harekatta açıklamıştı:

“Bizim çocukların bunları yapabileceğini ben bile bilmiyordum”.

E, zaten sen bilseydin, yapılamazdı ki... Başkaları da bilirdi çünkü...

Yani, hasta ölmemiş ama azıcık fışkıyı yemiş ama demek ki o hastalık ona girememiş, feçesine de, geçmişine de...

Aradan 33 yıl geçtikten sonra, bunu tümüyle uygulamayı öğrendiler: Sağ elin, sol elinin yaptığını bilmeyecek.

Kısacası: 39 Harami 1. TC’yi öldürdü, 40. ‘Harami ve Koruyucu’ ve 2. TC geliyoor, az sonraa...

Çetin Altan ağzıyla:

“Türk milleti çok tahıl yediği için, çok kalın ve bukleli feçesler.”

Hemi de, İkiz Kuleler’in sıfır noktasına...

(24 Aralık 2007)

Kültürel Şizofreni

Türkiye Cumhuriyeti toplumu, 3 darbe ve 3 liberalizm ertesinde, apaçık bir kültürel şizofreni, yani bir yarılma, parçalanma, dağılma, çözülme süreci dizisi yaşamaktadır:

Bunun başlıca nedenleri şunlardır:

Çok hızlı toplumsal, teknolojik, kütürel değişimler yaşandı. İnsanlar bu durumda oryantasyonlarını (yönelim coşumlarını) yitirdiler. Dünya’daki en umutsuz toplum biz çıkar olduk.

Ödül-ceza dizisinin çoklu ve karmakarışık olarak yüklenmesi zihinleri kilitledi. Örneğin, 1971’de ve 1980’de işkence gören biri, zihnen sağlam olarak kalabilirken (işkence psikologu biri tarafından verilmiş bilgiler kesindir, çünkü bizde işkence gören bazıları bundan gurur duyar); 1980’de işkence görüp, 1983’te paranın allahını kepçeyle toplar gibi kazananlar, kişilik çözülmesi yaşayabildi. Darbeler ve sınıf atlamalar, toplumun tozunu attırdı, ortalığı darmaduman etti.

Aksiyolojik vakum (yani ahlak erozyonu ve boşluğu) ve kimlik yitimi veya çok hızlı birden çok kimlik değiştirme durumları oluştu. (Benzeri durum casuslarda gözlenirmiş.) Tutucu bir toplum olmamıza ve siyasal sağın % 85 oy almasına karşın, Türkiye’de, enazından kentlerde aile kurumu tümüyle çökmüş durumda. Bu durumda, tıpkı Alamancılar’da olduğu gibi, peşpeşe kayıp kuşaklar yetişmekte. Uyuşturucu kullanımı ergenlerde çok yüksek oranlara çıktı. Durum açıkça ortada, parmağını kımıldatan yok, anababalar dahil.

1. Cumhuriyet’ten 2. Cumhuriyet’e 48 yıldır geçememe, 2 cumhuriyet arasında bicumhuriyet kalma. Tabii asıl bidemokrasi kalma.

Kronik kriminalite ve suç işlerken suç işlediğini bilememe durumu. Bunu öncelikle, liberalizm sırasında çıkan her türlü af sağladı. Sonrasında, güçlüye boyun eğen, kendinden zayıfı ezen, feodal ataerkillik var. En sonunda da, toplumun % 90’ından fazlası son 25 yılda çok ciddi suçlar işledi ve cezalandırılmadı ama hiç suçu olmayan 1 küsur milyon kişi 1971-1985 arasında işkence gördü.

Savaş yaşamamışlığın aymazlığı: Çingene kapıyı, şaapıldıktan sonra kilitlermiş. İç savaşta 100.000, 300.000 engelli verdik. Çözüm yaratacağımıza, bunu söyleyeni ve çözüm arayanı, vatan haini diye, hapse atıyoruz.

Teşhis tamam da, tedavi mi istiyorsunuz?

Beter olun.

Daha savaşta 1 milyon, depremde en az 100.000, uyuşturucudan en az 100.000, intihardan en az 100.000 ölü vereceksiniz. Şeytan azapta gerek.

Tarihin gübresi olacaksınız, fena mı?

(2 Ocak 2008)

Nüfus Kağıdındaki Din Hanesi

2 Ocak 2008 günü, TC kimlik numaralı yeni bir nüfus kağıdı almak üzere, Beyoğlu Nüfus Müdürlüğü'ne gittim.
Kan grubumu, belge göstermeksizin, beyanla yazdırdım, daha önceki nüfus kağıdımda yoktu.
Sonra, din hanesini boş bıraktırıp bıraktıramayacağımı sordum. Dilekçe yazmam gerektiğini söylediler. Yapmadım ve bir ateist olarak, din hanemde 'İslam' yazmasını, 48 yıldır yaptığım gibi, sineye çektim.
Ne demek bu?
Hani, AKP AB'ye girecekti?
Hani, AB kriterleri vardı?
Hani, bir sürü koşul 1 Ocak 2008'de değişmişti?
Hayır. Bu ülkede, din hanene paganist, Yezidi, ateist yazdıramazsın. Yani, din özgürlüğü bazı alanlarda azıcık yoktur.
Sonra da kalkıp, bu ülkede % 99 Müslüman olduğunu söylersin.
Hani, Müslüman doğruyu söylerdi?

(2 Ocak 2007)

Unutamadığım Akşamcılar

Parasız olduğum zamanlardı.

Taa Rumelihisarı’ndan Taksim’e yürürdüm.

Elimde torbalar olurdu. İçlerinde de satabileceğim kitaplar. Yolda hurdacılara rasgelirsem, onlardan da olmuşları toplardım.

Bu işe başladığımdan beridir, esnafı sürekli değişse de, Galatasaray’daki Aslı Han ikinci el kitap satıcılarının bir merkezi durumunda olmuştur.

Eğer kitapları oradakilere satabilirsem, duruma göre ya bir filme gider, ya da Cumhuriyet Meyhanesi’nin yolunu tutardım.

O zamanlar orası farklıydı. Tek erkek kişiyi bir masaya oturturlardı. (En son gittiğimde, beni masadan bir garson kaldırdı ve bir daha oraya uğramadım, 15 yılı bulmuştur belki.) Üst katın (iş yemeği gruplarının) fiyatları, alt katın fiyatlarından farklı değildi.

Alt katta akşamcılar içerdi. Bekar olanlar çok, evli olanlar az içerdi.

Bir amcam vardı, onu belirgin kılan çenesinin bir tarafındaki iri urdu.

Ne zaman meyhaneye gitsem (bir ara haftada birden sıka çıkabilmişti), onu orada görürdüm. Evliydi sanırım, sayarak içerdi.

Beni şaşırtan şuydu: Rakıyı pırasayla içerdi. Bense, arnavut ciğeri veya beyin salatasının yanına, mutlaka bol sarmısaklı cacık alırdım. Yarım ufak isterdim, ondan 3 duble çıkarırdım (devamını Hisar sahilde biralardık). (Şimdilerde, 1 rakıya 3 su kattığım için, çok daha verimli hale geldim.)

Aşağı yukarı, aynı zamanlarda (günbatımına yakın) gelir, aşağı yukarı aynı zamanlarda çıkardık.

Onu son birkaç yıla kadar Beyoğlu’nda hep gördüm. Şimdilerde rasgelmiyorum.

Son 4 yıldır kırmızı ete ara verdim, beyaz eti haftada bire düşürdüm, kalp su koyverdi çünkü. 110 kilo sikleti ve 40 küsur yıllık kronik bronşektaziyi taşıyamadı, büyüme yaptı.

Şimdilerde 6 ayda 1, yılbaşında ve yaşgünümde rakı içiyorum ve yanında muhakkak sebze oluyor. Her rakı içişimde, o amcamı anımsıyorum. Bir gün gelip, aynı şeyi yapacağımı hiç düşünmemiştim.

Kendisini burada hürmetle yad ediyorum. Usta akşamcıymış, 30 senede öğrendim.

(21 Ocak 2008)

Zevce Nataşa’dan Pahalıya Geliyor

Bir zevce, zevciyle tüm evlilik yaşamı boyunca, ortalama 1.500 kere çiftleşir. Aslında, 1.000’den azdır ama zevcelere kıyak geçelim.

Bunun karşılığında, Türkiye’de kişi başına harcanabilir gelir olan 2.500 avrodan 50 yıl boyunca, kendine 125.000 avro harcattırır. Boşanırsa zevcin malının % 30’u (Yargıtay kararıyla), ölürse zevcin malının % 50’si zevcenin olur ki bu en azından 100.000 avroluk bir ev için, 50.000 avro eder. Ceman 175.000 avronun bir kereliği 115 avro eder.

Bir Nataşa bu sıralar 50 avro alıyor olsa gerek. Ülker Sokak ikameti anılarımdan biliyorum.

Nataşa’nın yaptıklarını, zevce hayal bile edemez.

Evkadınlarına duyurulur: ‘Kocam Nataşa’ya kaçtı’ diye ağlamaya hakkınız yok.

Türk erkeği ne demiş?: “Yiycen, iççen, mala vurcan.”

(31 Ocak 2008)

3. Cinslere Özgürlük

Milliyet Blog’da 5 Mart 2008 sabahı 189 tane, ne erkek, ne kadın olan, sayfa tıklayanım vardı.

Akşam baktım, 4’e düşmüş.

Mındıkoğlu bile, bu hızla operasyon yapamaz.

Kadın ve erkek eşcinsellere, kadın ve erkek biseksüellere, aseksüellere, nötroseksüellere (bakınız aynı başlıklı metnim), vd özgürlük istiyorum. Tersi davranış, masa başında düzeltme, cins ayrımcılığı (‘sexism’, ‘gender cult’) olur.

Dünya ‘Zoo’ filmini seyrediyor ve apışıp kalmıyor (bakınız aynı adla ve benim adımla birlikte tarama). Karakaçanseverlik zaten maço köylülüğümüzün geleneklerindendir.

Şakayı bir yana bırakalım.

Liberalizm, adı üzerinde özgürlükçülüktür. Son internet ve polis yasasıyla ne durumlara girdiğimiz ortada... Özgürlüksüz yaşanamayacağı ortada...

Bari, bunu liberaller yapmasın. Liberaller hapşırırsa; muhafazakarlar, milliyetçiler, şeriatçılar bu ülkeyi zatürre yapar. Cesedini yakışıklı kılar.

Özgürlük, demokrasiden önce gelir.

Özgürlüğü savunmak şiddet gerektirebilir.

Şiddet özsavunma olabilir.

Liberaller, yalnızca kendinize liberal olmayın. Birileri, size karşı da liberal olmaktan vazgeçebilirler.

(5 Mart 2008)

Sigara 2007

“Türkiye'de, geçen yıl 5 milyar 375 milyon paket sigara tüketildi.

Elde edilen 16 milyar 500 milyon YTL satış hasılatının, 12 milyar 100 milyon YTL'si vergi geliri olarak tahsil edildi.”


Yani 4 milyar dolar, Türkler’in cebinden gavurların cebine püfledi gitti.

20 milyon kişi içiyor olsa, adam başı 200 dolar eder.

O parayı, sağlığa, eğitime, kültüre, tatile harcamıyorlar, gidip hem kendilerini, hem de başkalarını kanser ediyorlar.

Yahu, bugüne kadar bir tek kapalı yerde sigara içme cezası uygulandı mı?

Vapurda içenleri de, görevliyi de ikaz ediyorum, tık yok.

Halk ve belediye otobüslerinde şöförler sigara içiyor. Kezlerce tanık oldum. Hani nerede devlet?

Basit bir şey belirteyim:

Bir sigara yasağı, bir de kırmızı ışıkta geçme yasağı cezaları uygulansa, 450 milyar dolarlık borcumuz, 10 senede ödenirdi.

Adam madem sigara içmeye meraklı, ödesin yılda 400 dolar da ceza... Bu kadar basit...

Eminim, cezayı ödeyecektir ve yine sigarasını içecektir yurdumun insanı...

(24 Mart 2008)

Moda ve Anti-Moda ve Anti-Anti-Moda

ABD’de popüler ve kitlesel kültürde, temelde üst gelir kümesine hitap eden Broadway müzikallerini herkes duymuştur. Suyunun suyu taklitler, ülkemizde de ‘Egemen Bostancı ekolü’ olarak tarihçede yerini almıştır.

Bu Broadway müzikalleri, yavaş yavaş müşteri yitirmeye başlayınca, ‘Off-Broadway’ diye bir şey icat ettiler. Onun da miyadı dolunca, ‘Off-Off-Broadway’ diye bir şey icat ettiler.

Modayı herkes bilir. Şu sıralar, ‘muffin’ pantalon giyip, en geniş yerinden sıkılmış bir deniz anasına benzeyen kadınlar, bu modanın icadı tiplerdir.

E tabii, böyle acaip şeyleri herkese satamıyorlar. (Ergenlere satıyorlar ayrı konu, çünkü ergene ne versen alır, onun tüketici bilinci yoktur, çünkü beyninin olması gereken yerde, babasının limitsiz kredi kartı vardır.)

O zaman, yeni ve acaip bir şeyler icat etmeleri gerekmiş. Nasıl ki Broadway de, Off-Broadway de, şeyselleşmiş sanat sunuyorsa, bu yeni moda da, önceki genel moda akımları gibi, şeyselleşmiş birşeyler sunuyor.

Mühim olan, bunun ‘sanat’ diye alınıp, koskoca bir bankanın sanat galerisine konması.

Son yıllarda, Garanti Bankası’nın sanat galerilerinin başında her kim varsa, İstiklal Caddesi’ndeki 2 galerilerine, akla eza, beyne işkence şeyleri sergi diye koyuyorlar. O 2 galerideki her sergiye girişimde, duygusal-düşüncesel travma yaşayıp çıkıyorum. En son da, 21 Mart – 26 Nisan 2008 tarihleri arasında moda ile ilgili bir sergi açmışlar.

Bunun hesabı sorulsun diye, oturup bu metni yazdım.

Canım kardeşim, ben bir pantalonu yırtılıncaya dek kullanır, gene atmam, ceplerini keser yamarım, daha da kullanırım. 1 montu ortalama 7 yıl, 1 pantolonu ortalama 6 yıl, bir tişörtü ortalama 5 yıl giyerim. Montu 35 YTL’ye, pantalonu 15 YTL’ye, tişörtü 5 YTL’ye alırım. Hepsini Beyoğlu’ndan alırım, çünkü oralarda oturuyorum ve rekabet nedeniyle orada her zaman daha ucuzunu bulurum. Beyoğlu’nun markalı ortalama fiyatları bunun 10-20 katıdır, beyaz Türkler oradan giyinir.

Söyleyecekseniz böyle söyleyin. Hayır şöyle söylemişler:

“Sürdürülebilir moda konusunun en önemli meselelerinden biri kaynakların değerlendirilmesidir. Kaynakların daha etkin kullanımı, moda üretimi ve tüketiminin etkilerini azaltmayı sağlayabilir.”

Bunu 20 ile çarpın. 20 katı zırva daha ekleyin.

Moda terördür. Nokta.

Söylenecek budur.

En ironiği de, sergi kataloğundaki ile sergideki giysiler aynı değil. Ekteki fotoğraftaki ‘hafiflik’ temalı giysinin, sergideki durumu mini etek, katalogda ise, biraz tesettürlü olup, altına dizaltı etek eklemişler, renkler de tutmuyor.

Belirteyim: Bu ülkede 3. liberalizm de, şu sıralar kitlesel öğürtü yapıyor, onun post-modernist bir şeysi olan bu ‘moda, anti-moda, anti-anti-moda’ muhabbetleri, haydi haydi kusmuk sağanağı yapar.

(28 Mart 2008)

Türkiye Hane Harcamaları 2007

Burada en ilgi çekici kalem ulaştırma ve haberleşme:

30 yıl önce sıfır olan harcama, % 20’ye çıkmış. Yani, 1.000 YTL maaş alıyorsunuz, 100 YTL mavi karta, 100 YTL cep telefonuna veriyorsunuz.

Eğlence ve kültür kuşkulu durumda. Sinema bileti, kitap, kaset satışları toplamı o kadar  (21 milyar dolar) etmiyor. Zaten yılda 400, ayda 35 YTL oldukça büyük para. Bir sinema bileti, bir kitap, bir kaset fiyatı toplamı, ondan az eder ve Türkiye’de bunlardan ayda birer adet satılmıyor.

En büyük sorun, eve harcadığımız parada. Çoğu insan evinde yalnızca uyuyor ve bunun için iyi bir otelden daha çok birim fiyat ödüyor.

Lokanta ve oteller olağan, çünkü neredeyse tüm çalışanlar günde 1 öğünü dışarıda yiyor.

Kişi başına harcanan miktar 6.951 dolar çıkmış. Kişi başına GSMH o kadar değil, Türkler yine her zamanki gibi, kazandığından çok harcamış. Sonra gelsin kredi kartı borçları...

(8 Nisan 2007)

Ekmek Bulamayan Pastavilla Makarna Yesin

En pahalı makarnanın bile kilo fiyatı 2 YTL iken, ekmeğin kilogramı bazı illerde 3 YTL’ye ulaşmış.


Neden böyle?

Birincisi: Fırınlar % 35 kapasite ile çalışıyor, çünkü Fırıncılar Odası açılan her fırından hava parası alıyor. Makarna fabrikaları ise % 100 kapasite ile çalışıyor, çünkü makarnayı ihraç da ediyoruz.

İkincisi: Çoğu fırın ilkel teknoloji ile çalışıyor ve brim maliyet bir kez daha yükseliyor. Epeyi fırında ekmekler elle yapılıyor, ekmeklerin gayet standartdışı olmasından belli.

Eskiden seçimlerde slogan, ‘ekmeğinizle oynatmayız’ idi. Öyle diye diye, 1 kiloluk ekmek, 200 grama indi.

Bir sene önce, çuvalı 26 dolar olan un, bu sene 46 dolara yükselmiş. Niye? Buğday üretimimiz düştüğü için... Sanayileşiyoruz ya... Tarıma ne gerek var ki? AB programında var: Tarımdan koparılan 15 milyon nüfus.

Liberalizmde ekmeksiz yaşanabiliyor mu, onu önümüzdeki aylarda göreceğiz.

(3 Nisan 2008)

Kültürel Topoloji

Herhangi bir ‘uygarlık’ denilenin, ‘kültür’ denilen paradigmasındaki öğeler, bir sonraki yerzamandaki bir ‘uygarlık’ denilenin, ‘kültür’ denilen paradigmasındaki öğelerden farklıdır, yani bazıları eksilmiş, bazıları eklenmiş ve bazıları değişmiştir, demektir.

Bu nedenle, Aristo mantığı, Aristo aslında onu kastetse de, kastetmese de, Hristiyan papazlar tarafından tama yükseltgenmiş; artı, İslam’da Gazzali ve Hristiyanlık’ta Aquinolu Thomas tarafından aşırı yoruma (ekstra-hermenötik) tabi tutulmuştur ve o tam mantık, Aristo asla tek tanrılı bir dinden söz etmese bile, 2 tek tanrılı dinin ‘mantıksal ana çekirdeği’nde yer alabilmiştir. (Burada, ilginç bir ikilem var: Gazzali, Thomas’tan çok önce yaşamıştır ama sonraki yüzyıllarda, ikincisinin yöntemi İslam’a da aynen girmiştir; yani Aristo’yu önce Hristiyanlık İslam’dan çevirmiştir, sonra İslam Hristiyanlık’tan bir daha çevirmiştir. Buna bir ‘tarihsel terazi kefeleme’ diyebiliriz.)

Bu böyle olacaktır, diye bir zorunluluk yok.

Olmadığı, poliyalektiğin ve Aristo-Lao Tzu sentezinin, 2.500 yıldır kimsenin aklına gelmemesinden belli.

Kültürü belirgenleştirerek ve 5.000 yıllık dünya sistemine 2.500 yıllık bir gelecekbilim ekleyerek, mekanik determinizmi yeniden canlandırmıyor ve dayatmıyoruz. Yalnızca, büyük sayılar kuramına bağlı olarak, eldeki verilerden genellemeler yapıyoruz ki onlar da aşırı yorum olabilir ama tarihsel-evrimsel bir tao oldukları şimdiden kesinleşti bile... Tarihin yolunun kapandığı da...

Kültür yoğrulur ve topolojikleşir, tıpkı bir hamur yığınındaki kakao zerreciklerinin dağılımının veya bir musluk damlamasının sürelerinin değişiminin istatiksel dağılımları gibi... Elimizde denklemler oluşur... ‘Tam denklemler’ de denilemez. X veya Y’nin istatiksel olarak birbirinden karşılıklı bağımsız olduğu kartezyen yöntem yerine, neden-sonuç ilintilerinin döngüleştiği durumlar gibi, ‘yeni bir tür dağılım’ denebilir.

Yalpalar, çatallanmalar ve başkalaşımlar genellikle birarada oluyor: Neolitik Devrim’de öyle oldu, Sanayileşme Devrimi’nde öyle oldu, şimdi de 2. Sanayileşme Devrimi’nde öyle oluyor. Bu, 11. Yüzyıl Ön Asya’sında engizisyonun ve rönesansın birarada yer alabilmesi gibi, faz konjugatif bir durum. Yani, faz binişikliği raslantısal ve o faz binişikliği kayarsa, 1.000 yıllık bir yeni Orta Çağ gelebilir (M.Ö. 1500-500 Batı Anadolu’nda olduğu gibi).

Asimov ve psiko-tarihindeki Seldon gibi, tarihi kurtarmaya çabalamıyoruz, bu faşist bir tutum (zaten kendisi anti-komünistti ve McCarthy ortamında ABD için çalıştı). Onun kavramlarını çalıntıladığı Flechtheim, bir komünistti. O da, ne yaptığının bilincinde değildi, olsaydı yapar mıydı, bunu şimdi bilmiyoruz. Ancak, elimizde Lefebvre’in bir gün gelip marksizme ‘marksizm’ denmeyeceğini imlediği gibi bir kayıt mevcut. Yani, Flechtheim’ın gelecekbilimine, gelecekte ‘gelecekbilim’ demeyeceğiz. Flechtheim, Braudel, Wallerstein, Şimdi: 65 yılda 4 kuşak eder. 2050 gelmeden, 3 kuşak daha göreceğiz.

Orta Çağ panzehiri / çözümü: Merkezi kütüphanelerin hep yok edildiği yazılı tarihi gözönüne alalım, burada bir desentralizasyon gereği sözkonusu. Yangında ilk kurtarılacakları,  onlarca küçük merkeze dağıtmak durumundayız, 2. Dünya Savaşı Moskova’sında sanat eserlerinin başka yerlere dağıtılması gibi (ama bu arada SSCB’nin 1945’te Almanya’nın kültür hazinelerini yağmalamasını da unutmuyoruz).

Demek ki elimizde yeterince tarihsel ders var, hatta onların önemli bir bölümü hiçe yakın silinmiş durumda ama haritanın yırtık yerlerinden haritanın bütününü görebiliyoruz.

Kültür çokboyutlulaşıyor (bu çokkültürlülük demek değil), dolayısıyla topolojikleşiyor ve ama topoloji henüz tam bir matematik / bilim dalı değil ne yazık ki... Elimizde gerekli ve geçerli düşünce araçları / akıl yürütmeler henüz mevcut değil ve onlar için debeleniyoruz.

Aritmetik de öyleydi, geometri de öyleydi, mantık da öyleydi, cebir de öyleydi, analiz de öyleydi... (Bu kez burada hepsinin tarihini anmak çok uzun sürecek, onu geçiyoruz.)

Tarihin topolojisinde, epeyi noktanın yön vektörü elimizde. Tekleşen süper güçün tıkanması, çokkutupluluğu yaratan eski kültürlerin kuruması, genç kültürlerin soluksuzluğu, ilk  kez karşılaşılan durumlar değil. Bu durumda, geçmişte olduğu gibi, sürpriz atlara bakıyoruz.

Espri şu ki: Sürpriz kim / ne? Çin sürpriz değildi, Hindistan da öyle. Eğer, biri sürpriz yapmış olsaydı, çoktan ona göre davranırdık.

Espri şu ki: Sürpriz Türkiye. 2003 ABD’ye tek ‘hayır’ diyen ülke olma sürprizi gibi, acaip bir sürprizlik dizisi bekliyor demektir. Ancak Türkiye, buna henüz hazır değil. Göktürkler’le Osmanlı arasındaki yolda epeyi beceriksizlikleri sözkonusu.

Kendi halkından ve tarihteki ihanetlerinden hoşlanmayan bir Tatar’ın, suç işlemeden işkence ve elektrik gördüğü devlete biat etmeden, onun parçalanmamasına çabalıyorken, tüm iktidar seçkinlerinin bunun tersini yapıyor olması, yeterince sürpriz bir durum.

Bosch ve Bruegel, Orta Çağ’a karşın yükseldiler, hem de Picasso’yu gayrıfedere mahalli lige iterek....

Neden?

2008’in yanıtı burada.

(9 Nisan 2008)

Tokofobi

“Tokofobi, doğum yapma korkusu. Ve aynen diğer fobiler gibi hayatı kabusa çevirebiliyor. Ne var ki klostrofobi ya da kapalı yerde kalma korkusunun sadece kişiye zararı oluyor. Oysa tokofobi, artık Batı ülkelerinde nüfus artışını tehdit ediyor.”


İşte sosyal psikolojinin antrpomorfik faşizminin en açıkseçik önyargılarından biri: Kadınlar doğum yapmak içindir. (Bugün Almanya’da 5 çocuk yapan kadına, çocuk başına 3’er yıldan, 15 yıl bakıp, üstüne bir de bedavadan emekli ediyorlar: Hitler bile bu kadarını tahayyül edemedi.)

Olayın ve olgunun öncülleri var:

ABD’de tek başına yaşayanların oranı % 75’i buldu.

Letonya’da boşanma oranı % 75’i buldu.

Yani, Batılı bir kadın hamile kaldığında, üniversite bitirene dek o çocuğa, 23 yıl tek başına bakacak ve para ödemesi yapacak, demektir.

Ne için?

İş yaşamı sekteye uğrayacak.

Toplumsal yaşamı, bebek nedeniyle, yıllarca sıfırlanacak.

Kendine sıfır zaman ayıracak.

Tatil bile yapamayacak.

İhtiyarlığında, ona çocuğu değil, huzurevi bakacak.

Batı’da bir çocuğun yıllık gideri, harcanabilir ortalama kişi başına GSMH olan 20.000 avronun üzerinde, 30.000 küsur avroyu bulabiliyor. Bir kadın, 23x30= 700.000 avroyu kenara koysa, sağlık ve emeklilik sigortası da olsa, gelse Türkiye’de Güney’de 20 yıl, içkisini içip, jigolosunu tutup, o paraları çatır çatır yiyip, mirasçısız ve mirassız olarak ölse, hangisi yeğ?

Buna ‘fobi’ değil, ‘rasyonelizm’ denir, ‘hesap kitap bilme’ denir.

O nedenle, tokofobi değil, atokofili...

Dipnot: Tarihsel olarak, Avrupa Kavimler göçünü geçmişte neredeyse 3.000 yıl boyunca Asya’dan / doğudan Avrupa’ya / batıya doğru yaşadı. Şimdi bu durum, Güney’den Kuzey’e doğru. Her ikisinde de sarıkafalıların arasına karakafalılar karışıyor. Şu andaki siyah saçlı Avrupalılar’ın % 80’i asya kökenli. 2500’de bu % 50’si Afrikalı biçiminde olacak.

(4 Mayıs 2008)

Ayılana Esrar, Bayılana Eroin

Yurdum insanı uçmuş, gerçekten tam uçmuş.

Ankara Alkol ve Madde Bağımlılığı Araştırma ve Tedavi Merkezi (AMATEM) Direktörü Doç. Dr. Nesrin Dilbaz’ın tespitleri şöyle:

“Bağımlılığı tümüyle ortadan kaldırmasını beklemek çok ütopya, çünkü dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok.

Ankara’da AMATEM’e gelenlerin % 41’i Ankara dışından. En sıklıkla gelinen yerler Van, Hakkâri, Gaziantep, Kilis.

Eroin kullanımında, özellikle Antep ve Kilis’te, damar içi kullanımı daha yaygın.

Biz bütün literatürleri deliyoruz. Van’da Böğrüpek Köyü. 61 yaşında amca ilk defa eroin kullanmaya başlıyor. Yani, literatürde dünyada 35’inin üzerinde eroin kullanmaya başlayan yoktur. Böğrüpek Köyü’nde 55 yaşında teyze var, kullanıyor. Nasıl başlamış? Romatizma ağrılarına iyi gelecek diye, afyon sakızıyla başlamış, sonra eroinle devam ediyor. Antep’ten evli ve eroin bağımlısı hanımlar geliyor.

Van’daki bir hanım hastam şunu demişti, misafirliğe gitmiş, orada sigara ikram eder gibi eroin ikram etmişler. O kadar kanıksanıyor. Bir şeyi televizyon aracılığıyla bir insana çok fazla gösterirseniz, bir süre sonra o, şiddet mesela, kanıksanır hâle gelir.

Nargile ile başlıyor, esrara dönüyor.”


Önce ciddiyet:

Şu anda piyasada satılan bazı tütsülerin içinde, esrarın yapıldığı, ‘canabis canabis’ bitkisi de var. Hindistan’tan geliyor bunlar. Üzerinde İngilizce olarak ‘zehiri alınmıştır’ yazıyor ama insanlar bu kokuları yıllardır duyuyor, bilinçaltlarına yer ediyor, uyuşturuculu esrarla aynı kokudalar. Milyonlarca kişinin etkilenmişliğinden söz ediyorum. 15 yıllık gözlemimdir.

Şimdi gayrıciddilik:

Bundan kabul günlerinde hanımlar arasında şöyle diyaloglar olağanlaşacak demektir:

“Ayşe Nine, kekinizi LSD’li mi alırdınız, ‘ecstasy’li mi?

LSD’li olsun evladım, ‘Ecstasy’ bende çarpıntı yapıyor.

Çocuklar, esrar nargilenizi balkonda için, biliyorsunuz kapalı alanlarda sigara yasağı başladı.

Evladım, bu şırınga temiz mi?

Tabii Nalan Teyze, amcamın oğlu hastanede hademe, o getiriyor, bir kez kullanılanlardan, bak paketi üstünde.”

Eee, bir ülkenin milletvekili uyuşturucu kacakçısı olur, bilmem ne sarayları açar, aylarca kaçak olur, bir türlü yakalanamaz ise, olağan insanlarımız da böyle yapar. İmam-cemaat meselesi...

ABD’deki basit ve açıkseçik bir olgudur: Uyuşturucu kaçakçıları ve satıcıları, onu en çok kullananlar arasındadır, çünkü malı bedava bulurlar. Torbacılar ise, kendi tayınını çıkarmak için, yeni bağımlılar yaratır. Bunun için de önce, malı bedava dağıtır, sonra adım adım fiyatı yükseltir.

Bu işin cılkı, iç savaş dalgası ve liberalizm eşlenikliği ile çıkmaya başladı. Türkiye, İnterpol’ün saptamasıyla, bugün 1 trilyon dolarlık ciroyu geçen, Dünya uyuşturucu trafiğinin üçte biriyle doğrudan ilgili durumda. Hem Orta Asya, hem de Hindiçini üretimi, Türkiye üzerinden AB’ye gidiyor. Daha abartılısı, Kolombiya’dan da buraya kokain sevki başladı.

20 küsur yıl boyunca, bu konu devlet tarafından yok sayıldı.

Şu anda Türkiye’de 3-4 milyon kişi uyuşturucuyla doğrudan ilintili durumda. Bunu düşürmenin tek yolu, 5.000 polisin ve 20.000 kaçakçının ölmesine mal olabilecek bir savaşın başlatılması. ABD’de öyle oldu, o da ancak bağımlı sayısını sabitlemeye yaradı, düşmesine değil. Türkiye’de böyle bir işe kalkışacak hükümet, henüz anasından doğmadı. 80 milyonda 12 milyon kullanıcıya çıkınca, çare aramaya başlarlar. Yapabilecekler mi? 10 yıl sonra görürüz.

(19 Mayıs 2008)

Aslı Han

Seyyar sahhaflığa başladığım 21 yıl önce, sahhaflığın, ikinci el ve seyyar kitapçılığın merkezi Bayazıt Meydanı idi. Zaman içinde onun yerini Galatasaray’daki Aslı Han aldı. Zaten, şu andaki 20 dükkanın sahiplerinin çoğu Bayazıt kökenlidir.

Bu yıl Beyoğlu Belediyesi tarafından, 15-22 Mayıs 2008 tarihleri arasında, Galata Kulesi çevresinde yapılan 1. Sahhaf Şenliği de, yine onların katkısıyla gerçekleşti.

20 dükkanda ortalama 100.000 çeşit kitap ve dergi bulunur. Şu anda, bu miktar Türkiye’de 3 yılda basılan yeni kitap sayısına eşittir. Türkiye’de 100.000’ün üzerinde parça eser bulunduran kütüphane sayısı da ancak 3’tür. Bu açıdan bu miktarın önemi ortadadır.

İkinc el kitaplar, yenisinin fiyatının yarısı ile üçte birine bulunabilir. Yanısıra, tanesi 1 YTL’ye kitap satılan tezgahlar da vardır.

Ulaşımı oldukça kolaydır. Taksim’den Tünel’e doğru tramvaya binerseniz, ikinci durak Galatasaray Meydanı’dır. Orada kime sorsanız, size yerini gösterirler. Çiçek Pasajı’nın yanından ve İngiliz Konsolosluğu’nun önünden 2 girişi vardır. 2 katlıdır.

Fotoğraftaki arkadaşın adı Önder’dir, diğeri de tahmin edebileceğiniz benim. En fazla çeşit onda bulunur, en geniş dükkan da onunkisidir. Kendisi dükkan dışında, ayrıca internet üzerinden de satış yapmaktadır. Bu yöntemi, diğer satıcıların da çoğu benimsemiştir. İnternet satış sitesi Gittigidiyor’da hepsiyle takma adlar altında karşılaşabilirsiniz.

Aslı Han’da kitabın dışında plak ve efemera denilen, kartpostal, harita türü koleksiyon ürünleri de bulabilirsiniz.

Bu açıdan, 2010’da kültür başkenti olacak olan İstanbul’u kitap kültürü konusunda en iyi temsil edecek mekan orasıdır.

Özellikle haftasonları, hem kitap tutkunlarına, hem de kendileri de birer koleksiyoner olan yazar çizer takımına, çay ocağı civarında sohbet ederken raslamanız, hoş görüntüler oluşturur.

(2 Haziran 2008)

Türkiye’nin Travmaları 1

Türkiye, Dünya’daki en travmatik ülke değil. Örnekleyelim: Geçen yıl darbe olan Tayland’da 72 yılda 36 askeri darbe olduğunu gzaeteler yazmıştı. Atom bombaları da yemedik.

Bu durumda, Türkiye’nin özgün travmalarına bakalım:

Son 49 yıla, 1 Ocak 1960 ile 31 aralık 2008 arasına bakalım:

3 darbe ve 3 liberalizm yaz.

3,5. ve 3,75. ve 4. (bu sivil) darbecikleri da yaz.

3,5. liberalizmi de yaz (bu attığını vuramayan bir mermi oldu, AKP şarşörünü değiştirmeden, boş silahla ateş edildi).

Dinar depreminde, Dünya’ya parmakla gösterilen dayanışma örneği olarak geçmiştik.

1999 depreminde başka kentlerden talana geldiler, televizyonla sabittir.

Aile gitti. (İyi oldu, ayrı konu.)

4 milyon keş, 4 milyon alkolik, 4 milyon deli geldi.

7 milyon sabıkalı geldi.

1,5 milyon işkenceli geldi. (1992’de yapılan bir araştırmaya göre Türkler, siyasal nedenlerle işkence görmekten onur duyarlarmış, başka ülkelerdekiler ise bundan dolayı kendilerini aşağılanmış hissederlermiş.)

3 milyon Alamancı’nın travması var: İstanbul’da 500.000 tane başıboş bırakılmış ergen olarak.

Bunların hiçbiri konuşulmadı. Psikiyatristlerin ve psikologların tersine, bir deli olarak, travmaların konuşulmasının, her zaman o travmaları iyileştirmediğini ama bazan olumlu sonuç alındığını gözlemiş biriyim. İnsanlar, bu nedenle acılarını bilinçaltlarına gömerler.

Ancak, bu kez pislik mezardan geri tepti. Salgın hastalıktan ölenlerin mezarları gibi, topluma gerisin geri çürüme bulaştırmaya devam etti bu unutturmacalar. Zaten kimsenin bir şey unutmadığı ortada, çünkü herkesin savaş baltaları topraktan çıkarılmış durumda.

Biz bu duruma, kısaca ‘kan davası’ diyoruz.

Toplumsal travmamız bölünmeye değil, iç savaşa değil, bir kan davasına yol açtı. (Benzeri bir örnek olarak, Arnavutluk’ta da karşı darbeden sonraki 10 yılda öyle oldu ve şu anda Dünya’da Türkler’den sonra, ikinci güçlü mafya Arnavutlar; ne Ruslar, ne İtalyanlar, ne de Kolombiyalılar.)

Bunun travmasının artçı şoklarını imlemeye devam edeceğiz...

(13 Haziran 2008)

Bankalar ve Masraflar

Bankalar 2008 rayiçleriyle, hesap başına yılda 30-40 YTL (24-32 $) arasında değişen işlem bedeli alıyorlar.

Bankaların yaptıkları işlemler için ödedikleri maliyetlere bakalım:

“Şubede gerçekleştirilmesinin maliyeti: 1,5 dolar.
ATM’de gerçekleştirilmesinin maliyeti: 30 sent.
Telefon bankacılığı (IVR-insansız): 15 sent.
Telefon bankacılığı (insanlı): 75 sent.
İnternet bankacılığı: 10 sent.
Cep telefonu bankacılığı: 10 sent.”


Demek ki bu bedel karşılığında yılda en az 20, en çok 320 işlem yaptırmak gerekiyor. 30 işlemden sonrası biraz hayal. Örnekse: Vadeli tasarruf hesaplarında ortalama süre 3 ay, yani yılda 4 işlem yapılıyor.

Bankomatların en çok kullanıldığı vadesiz hesapta (çünkü maaşlar öyle yatıyor) ise faiz sıfır, yani paramızdan bedava faiz kazanıyorlar.

Fatura ödemelerinde valör, haftasonuna gelirse 4 gün oluyor. Otomatik virmanlar desen, arada bir muhakkak aksayıp, size cezalı fatura ödettiriyor. Hesap aktarma desen, deveye hendek atlatmaktan zor.

Ticari bankacılık için, masraf konusunda bir şey diyemem (çünkü çok zaman alıyorlar) ama zaten onlar için ayrı EFT ve çek tahsili masrafları var.

Kendiniz yaptığınız 10 sentlik masraflık internet işlemi için, bankanın 50 sent bedel almasının anlamı ne?

Bankalar madem o kadar az kar ediyor, kredi kartına neden yıllık işlem bedelinden çok ortalama puan-para veriyorlar? (Hele taksitleri ve faizleri düşününce, bankanın batması gerekli.)

Bütün bunları geçiyorum, şunlar beni deli ediyor:

Banka şubelerinin 2 yılda bir dekorasyon yenilemesine gidip, o şubenin müşterilerini toz dumanda veya başka bir şubenin yollarında perişan edip, onbinlerce dolarlık masrafı bir de müşteriden almanın anlamı ne?

Benim 3 dakikada yaptığım işlemi, profesyonel elemanın 10 dakikada yapmasının anlamı ne? (Bugün, 21. Yüzyıl’da bankada ortalama bekleme süresi hala 20 dakika.)

En sonuncusu ve en önemlisi: Güvenlik sorunu. Adını vermeyeceğim, bir bankanın bankomatının önünde soyuluyordum, güvenlik görevlisi ilgilenmedi bile, kamera koyma önerime ise güldü.

Bankaların varlık nedeni, şirketlere kredi vermekti. Bugün bu işlev sıfıra limitlenmiş durumda. Bankalar, bireylere zorla kredi kartı dağıtıp, enflasyonun 10 katı faiz alıp, yuvarlanıp gidiyorlar.

Hani, yeniden yapılanma olacaktı?

21. Yüzyıl’da 19. Yüzyıl sinekli bakkal zihniyetiyle işleyen bankaları bizlere yutturmaya kimsenin hakkı yok.

(23 Haziran 2008)

Deli Müzesi

Deli üretimimizin arttığını daha önce yazmıştım:


Şimdi de deli müzemiz olmuş:


Müzeyi kuran, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat ve Tasarım Ana Sanat Dalı Müzecilik Yüksek Lisans Programı’nden tezsiz mezunum (1989-1993).

Ben olsam, araba modeli gibi dizerdim:

1850 modeli deli, 1900 modeli deli, diye...

Üstelik, seyyar efemerist olarak, gerçekten böyle fotoğraf albümleri de gördüm ve alıp sattım.

Delilik tarihini okursanız, son 150 yılda deli tanımlarının ve görünümlerinin değiştiğini ayırsarsınız.

Ancak bizimkiler, tipik alaturka müzeci tavrıyla, bir koleksiyon derlemek yerine (çünkü para yok, tesis yok, tahsisat yok, imza yok, vd,vb), ellerindekini dizmişler:

Müzede, aralarında (ilk deli doktorumuz) Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman'ın cübbesi, Dr. Faruk Bayülkem'in refleks çekici, Dr. Yıldırım Aktuna'nın gözlüğü, hastanede yapılan beyin ameliyatlarına ait defterler, ‘deli gömleği’ ve eski ilaç şişeleri de bulunuyormuş.

Bari, CHP’nin stresli kedisi gibi, birkaç ilginç obje de koysalarmış, ilgi toplardı.

Acaba, Dünya’daki ilk deli müzesi bizimki midir?

(27 Haziran 2008)

Toplumsal Libido Durumları

Libidoyu ne yazık ki hala Jung’un kullandığı anlamda, ‘yaşam enerjisi’ anlamında kullanıyoruz.

Kavramsal sorunsallar:

Bir: Evren’i hep ikicilikle tanımlarız. Burada, ‘madde-enerji’ sözkonusudur. Maddeyi, diyelim odunu yakarsın, enerji, yani ateş, alev, sıcaklık, vd ortaya çıkar. Bu model, yaşam enerjisi için geçerli değildir. Yaşam enerjisi, herhangi bir yerden gelip herhangi bir yere gitmez.

İki: Yaşamak için enerjiye gereksinimimiz yoktur, doğal durumumuz yaşamaktır ve yaşam enerjisidir. Doğada yaşayan ilk insanlar için böyle bir ayrım yoktu. En son kültürel modun, sanayisel modun bunu yarattığını öne süren çoktur ama dayanakları zayıftır.

Üç: Yaşama enerjisinin düşmesi yanlış, olumsuz, anormal, sağlıksız, hastalıklı bir durum değildir. Her zaman yağmur yağmadığı gibi, her zaman yaşam da yağmaz. O zaman kenara çekilir, elindeki enerjiyi israf etmemeye bakarsın.

Tüm bunlar, bireysel libido ile ilgili sorunlar.

Oysa, toplumsal libido da var, çünkü hala kitle psikolojisi var. (Buna ‘sürü psikolojisi’ denmesinde, teknik hata olduğu kanısındayım, çünkü insan kitlesi doğal insan sürüsünden bambaşka bir şeydir. Jung bunu ‘toplu bilisizlik’ olarak tanımlıyor, yani bir tür ‘dışsal bir ortak bellek’ imliyor.)

Ülkemizde bir yerde deprem olup, insanlar öldüğünde üzülürüz. Ancak, dünyayı global bir köye dönüştüren kitle iletişimi araçları, bizi her gün o kadar felaket haberine boğuyor ki insan istese de, istemese de, bir süre sonra bunlara karşı duyarsızlaşıyor.

Tüm bunlara karşın toplu yaşama enerjisinin arttığı durumlar var. En yakın örnek: 2008 Avrupa futbol şampiyonası sırasındaki galibiyetlerimizde, kitle sevinci histeriyi aşan boyutlara vardı. Ancak, bu enerji yaratıcı enerjiye çevrilmedi, saman alevi gibi parlayıp söndü.

Tüm bunların dışında, kültürlerin de yorulduğunu, yani libidolarının ve yaratıcılıklarının azaldığını önesürenler var. Örneğin Avrupa, 2 dünya savaşından sonra, birleşip kalıcı barış dönemine geçti ama ortada hiç Einstein kalmadı.

Daha da büyük ölçekte, arada tarih de yoruluyor. Global düzeyde bile, yüzlerce yıl boyunca gelenek, kimi hiç değişmeden sürüp gidiyor. Yaratıcı farklılıklar boğuluyor. Koestler’in ilginç bir örneği var: Tatarlar 10. Yüzyıl’da, bazı adamların kolunu bacağını kesip, çarmıha çakıp, yol ortasına koyar ve üstüne yazarlarmış: ‘Bu adam toplumdan daha zeki olduğu için cezalandırıldı.’

Şu anda global olarak toplumsal libido durumumuz nerede sayılabilir?

Daha çok, dar bir aralıkta salındığı söylenebilir. Engelllilere özel eğitim, Einstein’lara geçiş yok. Ortalama ol, kap emekliliği...

21. Yüzyıl’ın kültürel krizlerinden birisi bu olacak. Ayrıca bu atalet, 22. ve 23. Yüzyıl’lara kadar sarkabilir de.

Bugün bir Picasso çıksa, onunla alay ederler. Televizyondaki futbolcuları Einstein’dan öte yaratıcı bulmak, daha işlerine geliyor.

Bu bir düğüm. İskender’in gösterdiği üzere çözülmeyen düğümler kesilir. Birkaç yüzyıl sürebilecek, toplumsal libidosuzluk durumu, uzun sürebilecek bir travmalar dizisi sonunda, toplumu yeniden yeniliklere açık duruma zıplatacak.

Sonuç ne zaman mı?

En geç 2500’de...

(30 Haziran 2008)

Kargo Şirketleri Hakkında

8 yıldır internet ticareti yapıyorum.

Böyle olunca zorunlu olarak, meslektaşlarım ve ben özel kargo şirketlerini kullanıyoruz.

Bu şirketler, tüketiciyi istismar eden bir tutum içinde.

En son, 1 Temmuz 2008 tarihinde, Harbiye’den Kasımpaşa’ya gönderilmiş, 100 gramlık bir paket için 4 YTL aldıklarında isyan ettim. Şirket adı vermiyorum. İnanılmaz laubali bir tutumla karşılaştım, bir ‘çektir git’ demedikleri kaldı. İşgörenler, haftanın 6 günü, toplam 75-80 saat çalıştırılıyor. Düşük ücretli ve eğitimsizler için bir iş, bir çeşit amelelik aslında. Öyle olunca, müşteriyi hiç ciddiye almıyorlar.

Eskiden böyle değillerdi. Son 1-2 yıldır, aralarında fiyat karteli oluşturmuşlar, çünkü 3 yıl önce 2/1 oranında değişebilen fiyat farkları ortadan kalktı ve fiyatlar bir anda standartlaştı.

1 kamyon yukarıda yazdığım mesafeyi yarım ila bir saatta alır ve 2 ton taşır. Bu, 80.000 YTL’lik kargo ücreti demek. Kamyonların indirme ve yüklemelerine çok tanık olduğum için, her şubeye günde birden çok kamyonun gelip gittiğini biliyorum.

2006’da 2 kez ev taşıdım ve hammaliye şirkete aitti. Her ikisinde de yalnızca 200 YTL ödedim. Bir ev dolusu eşyadan söz ediyoruz: Oturma odası takımı, yatak odası takımı, bilgisayar takımı, buzdolabı, çamaşır makinesi, 1.500 de kitap. 2 yıl öncenin 200 YTL’si bugün 250 YTL ya eder, ya etmez. İkisini siz karşılaştırın.

Konu hakkında, Tüketicileri Koruma Derneği’ne başvurmayı düşündüm. Ancak tüm şirketler faturalı çalışıyor, yani bu parayı devlete gösteriyor. Şimdiki durumuyla hukuksal bir açık olsaydı, devlet zaten dava açardı ya da ceza keserdi.

Durumu ticaret ahlakına uygun bulmuyorum. Onun için oturup, bu metni yazdım. Onlar da istediklerini düşünürler veya yanıt verirler.

(1 Temmuz 2008)

Sigara Yok, Esrar Var

“Hollanda'da bugün kamuya açık alanlarda sigara içme yasağı yürürlüğe girdi. Ancak marihuana içimi serbest.

Otel, Restoran ve İkram Derneği, yasağın aleyhinde bugün bir yerel mahkemede dava açtı. Dernek, sigara yasağının sosyal kültüre bir saldırı olduğunu iddia ediyor ve sigara yasağını uygulamaya başlayan Amsterdam'daki havaalanında restoran ve kafelerdeki gelirin % 10 düşmesinin de hayra alamet olmadığını söylüyor.”


Bazı yanlış bilgiler için önaçıklama:

Bir: Esrar (marihuana) bağımlılık yapmaz ama feci karakter zayıflatır, çünkü kişiyi hayal ile gerçeği bir saymaya sürükler, en azından Türkler’de böyledir.

İki: Esrar öldürmez ama sigara öldürür.

İnsanlar ne tuhaf. Başkalarını öldürmeleri engellendiği için, dava açabiliyorlar. Özürleri kabahatlarından büyük: Karları düşüyormuş. Yakında, silah şirketleri de savaşlar durdurulduğu için dava açarsa, şaşmamak gerekecek.

1970’lerde basılmış Türkçe bir salgınbilim kitabında, trafik kazalarının bir salgın hastalık olarak görülmesi gerektiği önesürülmüştü. Kimse dinlemedi, 300.000 kişi öldü. Bugün trafik kazasından cinayet davası açılabiliyor.

Sigara için de öyle oldu. Oy uğruna binlerce aile tütün üretimine ve milyonlarca kişi de sigara tüketimine yöneltildi. O yetmedi, Tekel satıldı. Bu da tuhaf: Türkiye’ye Marlboro gelmeden, gazetelerde Marlboro reklamları başlamıştı. Bu durumun açıklaması, ‘Ekonomi 101’in bir sınav sorusuydu. Tabii, o zaman henaz ‘Liberalizm 101’ dersi de almamıştık henüz. Şimdilerde ise, ‘Liberalizm 303’ sağı solu dağıtmakla meşgul.

Tarih, ironi ve hiciv dolu. O nedenle, trajediler yinelendikçe komedileşiyor.

Bu sigara-esrar durumu, tam öyle olmuş. Biz yurdum insanını vaka sanırken, bu sıralar AB insanı içkiyi kaldıramayan birinin sarhoşluğu gibi bir durum yaşıyor: Baştan aşağı sırılsıklam saçmalıyorlar. Bu örnek de, onlardan yalnızca birisi.

(1 Temmuz 2008)


Türkiye’nin Travmaları 2

HAVUÇ-SOPA İKİLEMİ

Türkiye’nin travmatik olgularını irdelemeyi sürdürüyoruz.

Sosyal psikolojide ‘havuç-sopa tekniği’ denilen bir şey vardır. Deneği, yanlış yaptığında sopalarsınız, doğru yaptığında havuçlarsınız. Sonunda denek, hep olumlu şeyler yapar. Buna ‘etkin koşullandırma’ denir. Toplum, Pavlov’un köpeği tam olmasa da, ona epeyi yakın biçimde davranır. Araya fazladan telkin, propaganda türü, yalnızca insanı özgü araçlar da girer.

Ancak, Türkiye’de durum böyle mantıklı işlemedi.

Temelde 3 darbe ardından, 3 liberalizm geldi doğru.

3 sopa, 3 havuç olsa ve bu kadarla kalsa, doğru olurdu.

3 darbe olmasaydı, 3 liberalizm değil, 1 liberalizm bile olamazdı doğru.

Yanlış olanlar şunlar:

Liberalizmlerin arasına, 2 tane buçuk’ar darbe daha karıştı ve biri sivil darbe. Bu kafa karıştırıcı.

Liberalizmi savunanların tamamına yakını, bireysel özgürlüklere tümüyle karşı. Hık dedin mi, kafana sopayı yiyorsun. Havuç beklerken, sopa yemek, insanı afallatır, öyle de yapıyor.

3. darbe,1. liberalizmin gelmesine karşı çıktı ki bu bir ikilemdi.

En önemlisi şu:

Devlet kendi ve bazı özel elemanlarına, hep yanlış, kötü, çirkin ve olumsuz işler yaptıkları halde, sopa yerine, habire havuç veriyor. Kitle de bunu görüyor. Devletin uymadığı yasalara, vatandaş hiç uymaz. Eğer, tüm yasalar uygulansa, 70 milyonun % 99,5’u içerde olurdu.

Bunlar ikilem yarattı.

İkileme giren insan yalakalaşır.

İkileme giren insan, mental konfüzyona girer ki buna literatürde ‘sosyal şizofreni’ deniyor.

İkileme giren insanın beynine kramp girer. En tehlikelisi bu. Buna özellikle ‘akıl tutulması’ dememeyi yeğliyoruz, çünkü o bu durumu yaratanların kullandığı bir tanım, yani faşistlerin komünistlerden kavram aşırması gibi bir durum.

Tüm bunlar aksiyolojik vakum yarattı, yani değer yargılarının aşınması değil, bomboşluğu sözkonusu. Bu, çok ve kolayca para kazanan insanların para harcamayı bilmemesi ve becerememesi, tatilin mesaiden yorucu olması, kitap okumamakla övünülmesi, mafya babasının veya dünyanın kanını içen dolar milyarderinin yaşlanınca kendini hayır işlerine vakfetmesi kabilinden eski CEO’ların sivil toplum örgütlerinde çalışması gibi komik durumlar yarattı.

Türkiye, havuç-sopa travması yaşıyor. Şu anda ben dahil hiç kimse; 4. liberalizm mi gelecek, gelecekse kim yapacak; darbe mi gelecek, olacaksa kim yapacak, bilmiyoruz. İktidarın 4 odağı birbirine girişmiş durumda.

Havuç ve sopa sistemin elinde, sistem-düzen tarihe bakakaldı.

Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete...

(2 Temmuz 2008)

E-Terapi

“İlk psişik hasta bilgisayar görüşmesi olduğunda yıl 1966 (altmış altı) idi.

2006’da bir terapist ilk  e-terapi grubunu kurduğunda yıl 2006 idi. 400 üyesi vardı.

2008’de kokain bağımlısı, geleneksel terapinin yanısıra e-terapi de alıyor.”


Şerh: Kokain bağımlılık yapmaz. Bu aynı derginin, ‘Scientific American’ın eski sayılarından birinde bir makale ile anlatılmıştı.

Konumuza dönelim:

Neden e-terapi?

Birincisi, çünkü uzaktan (ülkelerarası) kumandalı robot cerrahlarla aynı neden yüzünden. Aynı en usta cerrah, en zor ameliyatları saatlarca çak yolculuğu yapmadan da, yapabilir de ondan. Usta terapistler de, özellikle belli konularda uzmanlaşanlar, aynı biçimde uzaktan terapi yapabilirler.

İkincisi insanlar, bir bilgisayarla veya bir robotla veya bir androitle, bir psikiyatrist ile konuştuğundan daha rahat konuşur. Evcil hayvanlarıyla en derin sırlarını paylaşanlarını düşünelim, yeter.

Üçüncüsü, terapist birden çok hastayla görüşme yapabilir.

Dört, terapist zaman kazanabilir. Karşılıklı e-yazışma gibi.

Kendi hesabıma, yüzyüze terapiden çok, e-terapiyi yeğlerdim. Hatta birden çok terapistle görüşebilmek isterdim. 400’e yakın rüyamı kayda geçirdim, onları yorumlatabilmek isterdim.

İnternet yaşamımızın her alanına giriyor. Sonunda, Freud’un yatağına bile girdi.

(9 Temmuz 2008)

Harcama ve İsraf

Türkler hem harcama yapmayı bilmezler, hem de müthiş müsriftirler.

Markette aldıkları malın fiyatına bakmazlar. Yıllardır aynı marketten alışveriş yaptığımız tanıdıklar, benim aldığım fiyatlara bir türlü inanmazlar. Hemen mazeret de bulurlar: O kadar ucuz şey kötüdür, tüketilmez. Oysa, tüm Dünya’da da bu böyledir: Market markası, olağan markaların üçte biri fiyata satılır.

Örnek vereyim: Ben 50 mililitrelik suyu 15 YKR’a alırım, büfeler bunu 1 YTL’ye kadar satar, markette normali 50 YKR’dir.

İşte bu nedenle, ilk gelir dilimi % 10, son gelir dilimi % 10’un 15 katını harcasa da, araba ve ev sahipliği dışında aynı malları farklı fiyatlara tüketirler. Buna da, neo-liberayizmin ve neo-globalizmin bayraklarından biri olan, ‘markacı anlayış’ denir.

Türkiye’ye böyle bir anlayışın lüks olduğunu, bu ülkenin biriken borçlarının israfla değil, ancak tasarrufla ödeneceğini, kimse düşünmek istemez.

Devlet memurları 500.000 dolarlık arabalara binerken, içleri sızlamaz.

Sonra da gün gelir, Osmanlı gibi iflas ederiz.

Anımsatırım: Borcun yine bitmez. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın borçlarını 1954’e dek ödedi.

1. Cumhuriyet’in borçlarını da, 2. Cumhuriyet bu kafayla 2054’e dek ödeyebilir.

(14-15 Temmuz 2008)

Türkiye’nin Travmaları 3

KARAR VEREMEMEK

Türkiye’de hala ağırlıklı olarak feodal ataerkil kültür egemen.

Çocuklarının gideceği okuldan evleneceği kişiye kadar baba karar veriyor.

Allah’a, devlete, babaya itaat, demir emir gibi kesin.

Bu koşullarda, bir kişiyi 30 yaşında evlendirip, evde tek başına bıraktığında, o insan hiçbirşeye karar veremez.

Karar veremez, çünkü tek başına karar vermesini bilmez, bireysel özgür iradesi yoktur.

Karar veremez, çünkü seçmesini bilmez. Seçenekleri de bilmez, ayırsayamaz da. Bir markete girdiğinde neyi alacağını, neyin nerede olduğunu bir türlü öğrenemez.

Ancak bu insanın seçme ve seçilme hakkı vardır, gider oy verir.

Ortaya ne sonuç çıkar?

Her seçimde parti değiştiren bir seçmen kitlesi.

Sağına sarmısak, soluna soğan asman gerekecek denli, siyasal yönünü bilmeyen bir seçmen kitlesi.

İşte bu nedenle, Türkiye 1838’den beridir Batılılaşma’ya karar veremedi.

İşte bu nedenle, Türkiye 1946’dan beridir çok partili demokrasiye karar veremedi.

Ayrıca, havuç-sopa peşpeşe dizileri de, genel kararsızlık durumu yaratır.

Türkiye’de kararsız ve oy kullanmayan seçmen kitlesi her zaman diğerlerinden daha çoktu ama bu hep gizlendi ama artık gizlenemiyor.

Türkiye seçmeni karar veremiyor, çünkü haklarının sorumluluklarını üstlenmekten korkuyor.

İşçi, sendikal mücadeleyi entellektüelden bekliyor.

Köylü, tarımsal mücadeleyi entellektüelden bekliyor.

Herkes, herşeyi devletin yapmasını bekliyor.

Herhangi bir şey yapmak için, bir küme insan biraraya geldiğinde, örneğin apartman toplantısında hiçbir karar alınamıyor, çünkü onun sorumluğunu kimse üstlenmek istemiyor.

Bunun travmatik yönü nerede?

Sonuç, hep yaramazlık yapıp, üstüne dayak yeyince, zırıl zırıl ağlayan çocuklar gibi bir toplum oluyor.

Bunun çözümü ne?

Kitle iletişim araçları aracılığıyla, herşeyi açıkseçik anlatmak. Olamadı yüzyüze, mahalle gezme yöntemiyle aynı şeyi yapmak.

Sevgili insan kardeşim: Sen hiçbir özel veya tüzel kişiden senin için bir şey yapmasını bekleme lüksüne sahip değilsin. Kendi hakkının mücadelesini kendin yapacaksın.

Örnekleyeyim: Sigara yasağından sonra, insanlarda yalakalık had safhada. Yüzüne konuştuğunda kafa sallıyor, arkanı dönünce sigarasını yakıyor, ceza yiyince de seni düşman belleyip dövmeye kalkıyor.

Karar veremeyenlerin sonu, sürübaşının peşinden uçuruma atlamaktır, koyunlar gibi... Türkiye’nin de sonu, bu gidişle öyle olacak: Toplumun tüm iktidar seçkinleri ayrı ayrı intihar ediyorlar. Kitle, hangi intihar yöntemini izleyeceğine bile karar veremiyor.

Şu anda Türkiye apışıp kalmış durumda, hani ‘çenesi sarkmış’ derler ya, öyle...

(21 Temmuz 2008)

Türkiye’nin Travmaları 4

Onpunto Neden Kapatıldı?

SESİNİ DUYURAMAMAK

Basın yaşamında daha önceleri, EP, Artı Haber, Yeni Yüzyıl, Gözcü gibi, alternatif olma potansiyeli taşıyan iletişim araçları, acilen tasfiye edildi.

25 yıllık yayınlanma yaşamımda, yazı yayınlattığım 10 dergi ve 10 site şu an kapanmış durumda. (Şerh: ‘Varlık’ gibi 75 yıl yayını süren dergiler de mevcut.)

Daha önceleri Radikal ve Birgün okur yazıları yayınlardı, sonra vazgeçtiler.

Bu durum ne yaratıyor?

Öğrenilmiş çaresizlik.

‘Havuç-havuç-...-havuç-açlık’ insanı travmaya uğratır.

Onputo’nun kapatılması da öyleydi. Altenatif bir mecraydı. Katılımcılar, Onpunto kapatılınca, büyük hayalkırıklığı yaşadılar. Onu kapatanlar, bunu bilerek yapmış olmasa da, bu sonuç onu kapatanların işine yarayacak. Muhalefetin kendisi mücadeleden vazgeçecek.

Bugün %o 1’lik aydın kesiminin tamamına yakını sesini duyuramaz durumda. Bu da travma ve öğrenilmiş çaresizlik yaratıyor. İnsanlar iktidar seçkinleriyle mücadeleyi terkediyorlar.

Oysa yazmak, ölene dek süren bir maratondur. Ancak böyle bakarsan, benim gibi ‘bir sonraki hangisi?’ diye bakarsın.

Eski Onpunto’culara aynısını yapmayı öneririm.

(25 Temmuz 2008)

Fairuz Derin Bulut

Arabeskin 40. yılında, Türkiye’de birileri arabesk yaptığını sonunda doğrudan ifade etmiş:

‘Fairuz Derin Bulut’ grubu, albümlerinin adını da ‘Arabesk’ koymuş.

Albüm ‘rock’ açısından, 40 yıl önceki Erkin Koray’dan geride.

Damardan takılmada, Müslüm Gürses’ten sığ durumda. O nedenle grubun adı ‘Sığ Bulut’ olabilir.

Henüz kimse ayırsamadı ama ‘Bulutname’ fotoğraf projem, bir açıdan arabeskin kültürel geometrisiyle aynı formda: Kaotik ve amorf.

Arabesk melez bir müzik:

Kültürel açıdan gecekondulu. Gecekondu kent-köy melezi.

Gecekondu zenginkondu-fakirkondu yol çatllanmasına ve yalpasına uğradı, kaotik geometri ve puslu mantık açısından.

Arabesk, asıl Akdeniz, Karadeniz, Balkanlar, ortadoğu, Kafkasya, Arap ve Hint müziklerini melezi. Buna ‘orji’ demek daha makul. Yani, her altküme arabeskte bir müzik alttürü, diğerinin ırzına geçer. Yani, onu isteği dışında, şiddet kullanarak döller, hamile bırakır ve bir piç doğar. O piç, safkan aristokrasiden ve safkan burjuvaziden daha hastır. Arifaneliğin kimi, okumuş cahillikten daha has olduğu gibi. Tabii arabesk, bunu istisnasal olarak yapar. Gerisi, banalite ve dekadanstır.

Arabeskin bizde melezleri de oluştu:

Erkin Koray: ‘Hard-rock’ arabesk. Taklitlerinden kesinlikle sakınınız. Kendisi bile geçmişteki müziğinin yanına bile yaklaşamadı. Tabii, o zamanlar 69 yapıyorduk.

Ahmet Kaya: Protest-arabesk.

Fatih Kısaparmak: Folklorik-arabesk ya da Türk Halk Müziği arabeski.

Timur Selçuk: Pop, klasik ve epik arabesk ki bir senteze böyle 3 açıdan limitlenip de, secdeyle hitama ermek için, ne dense boş.

Bu açıdan ana akım arabeski Ferdi Tayfur oluşturdu: İnanılmaz dayanılmaz sesimle ben bile söylüyorum.

Tam post-modern sanat anlayışı: Proleterya bile sanat yapabilir. Sınıf atlarken bile.

F.D.B. burada kendine henüz yer bulamamış. Olsun, asıl güzel olan o. Orhan Baba gibi, 40 yıllık dümdüzlükten iyidir.

Orhan Gencebay’ın alıntılı bolca ne demek, şarıl şarıl yaptığını, bana Pakistanlı bir arkadaşım, BÜ’de 1980’de, hemen 12 Eylül ertesinde, kısa dalgalı bir radyoyla, Pakistan radyolarını dinleterek göstermişti.

Burada bir şerh dizisi:

Kibariye’nin, takside tanışıp evlendiği kocasından sonra vardığı kültürel / kimliksel aşamada söylediği, Sezen Aksu hiti ‘İstanbul İstanbul Olalı’ ve Müslüm Baba’nın ‘İstanbul Sokakları’ arabeskin zirvesini inanılmaz çekecilikte parlatıyor.

E tabii, İstanbul olmasaydı, arabesk olmazdı, Türkiye olmazdı, 3 darbe olmazdı, 3 liberalizm olmazdı, ben var olamazdım.

F.D.B. seçimini doğru yapmış ama henüz inşaatın kabasındalar. Semttaşları olan ‘Ceza’ ile girecekleri fikir teatilerinden, yepyeni müzik türleri ve ayltürleri sentezleyebileceklerinden eminim. Onlar yapmazsa, başkası yapacak. İstanbul’un kültürel indifas ve indifadası başladı bile...

Dipnot: Yazıma kaynak olan söyleşinin yeri:

Radikal İki, 28 Şubat 2009.

(1 Mart 2009)

Toplama Kampı Psikolojisi

Toplama kampından sağ çıkmış biri duygusal durumunu şöyle açımlamış:

“Birinci sırada ben, ikinci sırada yine ben, üçüncü sırada yine ben, dördüncü sırada biri olabilir, beşinci sırada yine ben, altıncı sırada yine ben, yedinci sırada yine ben...”

Bunu anlayabilmek ve/ya kavrayabilmek olağan bir birey için imkansızdır.

Polonyalı bir yazar olan Jerzy Kozinski, ‘Boyalı Kuş’ romanında bunu başka bir yoldan anlatır:

Annesi ve babası, küçük bir çocukken, 2. Dünya Savaşı sırasında, onu köylülere bırakır. Ancak köylüler, animist / putperest dönemde yaşayan, çok acımasız insanlardır. Ayrıca, hem Partizanlar, hem de Naziler onlara saldırmaktadır. Kosinski’nin sahibi yaşlı kadın onu habire döver. O da,  yediği dayakların nedenini bulmaya çabalar. Olmadık olaylarla dayaklar arasında ilinti kurar ama hiçbiri doğru çıkmaz. O da yediği dayakların nedenini asla anlayamaz.

Çocuklar bir kargayı yakalar, tüylerini renkli boyar, yeniden salar, karga sürüsüne gittiğinde, renkli olduğu için, sürü onu arasına almaz ve öldürür.

Toplama kampında da koşullar öyledir:

Gardiyanların ve subayların size ne zaman, neden, nasıl, nerede işkence edeceğini veya öldüreceğini hiçbir zaman bilemezsiniz.

O nedenle sağ kalmak çabası sizi artık asallaştırır ve hiç kimseyle değil ilinti, temas bile kuramaz duruma dönüşürsünüz.

Ben de öyle yaşadım: Yaşamın beni nasıl vuracağını hiç bilemedim. 20’nin üzerinde kez bedensel ölüm tehlikesi, 20’nin üzerinde post-travmatik stres bozukluğu yaşadım. Bedenim birçok hasarla dolu ama libidom korkunç bir sağ kalma gücüne sahip.

Bu da beni asal-yalnız ve hiç kimseyle temas kuramaz kılıyor, yani toplama kampı psikolojisinin çok ötesindeyim, çünkü en uzun toplama kampı deneyimi 6 yıl sürdü, benim cehennemim 49 yıllık.

Tabii bir de, biyografimin içine yerleşik olduğu faşizm ve engizisyon, 3 darbe artı 3 liberalizm tarihçesi var.

Toplama kampında bazı kişiler artık direnemez ve ölüme teslim olur. Buna ‘Müslümanlaşmak’ denir. Müslümanlaşan kişi, toplama kampının dikenli sınır tellerine doğru yürür ve kurşuna dizilir veya tellerin elektriğinde ölür.

Ölüme karşı ben de ayırtsızlaştım, ben de teslim oldum ama asla Müslüman’laşmadım. İçgüdülerimden de derindeki bir şeytan, benimle oyun oynayarak, her kezinde beni son anda kurtardı ve yaşama taşıdı.

Bu beni asla ve kata, Peter Weir’ın ‘Korkusuz’ filmindeki adam durumuna da getirmedi. Orada ölümcül bir uça kazasından kurtulan adam, ölümsüz olduğunu düşünür ve ölümcül alerjisini unutup çilek yer. Sonra feci bir mutlu son: Karısı onu öperek kurtarır.

Ne demişler?:

Erkekliğin onda dokuzu kaçmak, onda biri ortalıkta hiç görünmemek.

Yaşamla sözleşmeniz yok ve yaşam size hiçbirşey vaad etmedi, etmiyor ve etmeyecek. Ederse de; kan, ter, gözyaşı, ölüm ve acı edecek.

Mevlam neylerse, güzel eyler:

Sodom ve Gomore zamanı, geldi de geçti bile...

(16 Mart 2009)

Kadına Ceza Kesmeli

Halkımız tavşanlar gibi üreyip duruyor. 18 yaşını bitirmiş birinin maliyeti, bugünkü kişi başına GSMH ile 150.000 doları buluyor.

Peki, bu kişi ne işe yarıyor?

Hiçbir işe yaramıyor. Ya kahvede dolanıyor, ya koca bekliyor.

İnek ne işe yarıyor?

Sütünü kullanıyoruz. Etinizi kullanıyoruz. Derisini kullanıyoruz. Garibimin bağırsaklarını bile söküp kokoreç yapıyoruz.

Ayrıca, 1 ineğe verilen para 4-5 kadına verilen paraya eşit. Ağırlığa dayalı beslenme hesabıyla, kabaca doğru bir hesap. Ayrıca inek yalnızca ot yer, lohusa kadın et de yer, kilosu 30 liradan.

Eğer, liberalizmin bizi boğmağa başladığı 1983’ten beridir, aileler 3 yerine 2 veya 1 çocuk yapsalardı, şu anda dış borcumuz bile olmazdı: 14-15 milyon fazla kelleden söz ediyoruz burada.

(4 Nisan 2011)

Arzu Objesi Kırmızı Taban

Fetişizmin böylesi de görülmemiştir herhalde.

Kırmızı tabanın arzu nesnesi olabilmesi için, 69’dan da zor, zorluk derecesi 6’da 6, Kamasutra’sal bir pozisyon gerekir.

Bir ayakkabı şirketi kırmızı tabanın patentini almış. Bu şirket kırmızı tabanlı ayakkabı üretenlere dava açıyormuş.


Sorun şu ki pek sayın ‘First Lady’miz de, çakma marka kırmızı tabanlı ayakkabı giyiyormuş.

Gel de çık işin içinden...

(10 Nisan 2011)

Lazlar’dan Neden Sarışın Çıkar?

Anadolu’nun Balkan göçmenleri dışındaki tek sarışın halkı Lazlar’dır.

Neden mi?

‘Viking Çağı’ denilen dönemde, Vikingler Amerika’yı keşfetmek dahil, dünyayı istila ederken, yolları Karadeniz Bölgesi’ne de düşmüş.

Şaka geliyor değil mi? Ama doğru. Bakınız harita:


Bu arada, Balkanlar’daki sarışınların kaynağı da Vikingler’dir. Orayı da geçerken döllemişler. Yine bakınız harita.

Dünya’daki tek sarışın ırk, bugün bizim ‘İskandinav’ dediğimiz ve Vikingler’in ve Danlar’ın da içine dahil olduğu bölgedeki eski halktır.

Evrimsel olarak ne zaman sarışın oldukları bilinmiyor.

Bilinen, aynı bölgede yaşayan Eskimolar’ın ve Laponlar’ın esmer olduğudur.

Bunları neden yazdım?

Güneşin altında söylenmedik sözler söylemeyi çok severim. Bunu söyleyeni henüz duymadım, o yüzden söyledim. Ayrıca Lazlar, bunu duyunca pek hoşlanmıyor, çünkü onlar kendilerini Anadolu’nun yerlisi sayarlar. Oysa Anadolu halkı, örneğin zamanında gelen ve Anadolu’da kalan 40.000 Katalan (İberya) paralı askerin de genlerini taşır.

Ayrıca, Lazca’da ve Galce’de ortak sözcükler vardır. Gayda ve tulumun benzerliği gibi.

Dipnot: Türkler’in sarışınlara karşı ırkçılık yaptığını çok kişiden duydum ve gördüm. Tersini önesürenlere karşı kayıt olarak söylemiş olayım.

(12 Nisan 2011)

Kadın Orgazm Olmayınca

Anneanne ve babaannelerimiz okula pek gitmemişlerdi ve ‘orgazm’ sözcüğünü yaşamları boyunca duymadıkları gibi, büyük bir bölümü orgazm denilen şeyi yaşayamadan cinsel yaşamlarını bitirmişlerdi.

Annelerimiz genelde ilkokul mezunuydu ve orgazmı duymuşlardı ama ilk orgazmlarını evliliklerinin epey ileriki yıllarında yaşamışlardı. Gençken kocaları sevişmek isteyip onlar reddederken, yaşlanınca kendileri isteyip kocaları reddetti.

Sevgililerimiz genelde üniversite mezunu ve orgazm nedir biliyorlar. Ancak, orgazm olmaları kabız birinin etmesi kadar zor hala. Çünkü genelde ilkokul mezunu olan anneleri, onlara bakire evlenmelerini ve cinselliklerinden utanmayı adet görünce bir tokat atarak öğretmiş durumda. Sevgililerimizin % 99’u sevişirken hala ölü bir inek gibi yatıyor yatakta (bu deyim seks gurusu yazar Henry Miller’e ait).

Bir erkek bir kadını orgazm ettirmek zorunda mıdır? Neden olsun ki? Erkek kendi kendine boşalıyor. Kadın niye kendi kendine orgazm olmuyor?

Tuhaf bir oyun bu:

Erkek orgazmıyla kadın orgazmı birbirine pek benzemez. O nedenle, öküz sevgili arkadaşlarımın ömür boyu yaşadığı üzere, boşaldıkları halde, orgazm olmazlar ve bunu ayırsayamazlar bile. Çünkü onlara kimse bunu öğretmemiştir.

Evet, doğrudur, ülkemizde cinsel eğitim yoktur.

Ancaak:

Orgazm olmak öğretilebilir bir şey midir gerçekten? Veya sevişmek?

Onu bırakın: Seks yaşamımızda ne denli önemlidir? Yıllarımızın üçte birinde, günlerimizin üçte birinden azında, her kezinde ortalama 20 dakika seks yapıyoruz.

Bugün refah toplumlarında seksin yerine tercih edilen çok şey var, çünkü sekssiz yaşanabiliyor, yamulmuyorsun. (Türkçe aseksüel taraması yapın.) Ayrıca, bunların hepsi aseksüel de değil.

Tabii biz Türkler, yemeye, içmeye ve sevişmeye çok düşkün olup, üçünün de içine ettiğimiz için, seksi de kıvıramıyoruz. Onun için, dilimize vuruyor. İnternette en çok yazılan ve okunan konu seks.

Biz okumuş yazmış insanların kafaya takacak daha mühim konuları olabilir. Olmayabilir de. Beleş tiraj için, yüklen babam yüklen sekse, yaz gitsin. O da olur. Sakil olur, ayıp olur ama olur.

Sözümü bağlayayım:

Eşlerimi orgazm ettirme zorunluğunu bir erkek olarak kendimde hissetmiyorum. Müessesenin ikramı olarak, her zaman servis yapılır ama Türk kadınının da bir an önce, ölü ineklikten diri insanlığa geçmesinde yarar var kanımca. Bir de, o kadar çirkin olmasalar da olur.

(14 Nisan 2011)

Otomobil Fiyatına Anaokulu

“Özel okullar bu yıl Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı son enflasyon oranı olan 3.99’u dikkate almadı. Özel okullar enflasyon oranını ortalama 3’e katlayarak yüzde 5 ile 12 arasında zamyaptı. Türkiye Özel Okullar Derneği Yönetimi bu yıl ilk kez zamoranlarının enflasyonu aşmaması yönünde karar almayınca, okullar da kendileri inisiyatif kullandı. TED Ankara Koleji’nde anasınıfı öğrenim ücreti 3 bin TL zamla 35 bin TL’ye kadar çıktı.”


Bunun anlamı şu:

Bir beyaz Türk, 2 yıl da yabancı dil hazırlık sınıfı okuması koşuluyla, 20 yıl boyunca bu parayı ödeyecek. Yani bir insana, tüm masraflar katılınca, 1 milyon TL harcanmış olacak.

Ondan sonra ne olacak?

Eğer anababasının işi yoksa, % 30 olasılıkla işsiz kalacak.

Bu yoldan geçmeyenler ne olacak?

18 yaşında, 2 tane toplam ve çıkarma işlemini (8-(5-3)=?) içiçe / ardarda yapamayacak.

Yapamayanların ne kadarının 1 milyon TL’lik insanlardan olduğu konusunda henüz bir araştırma yok.

Bugünün rayicine göre, İstanbul’da bile, 1 milyon TL’ye 10 dairelik bir apartmanın satın alınabileceğine ve ortalama kiranın da daire başına 700-800 TL olduğuna dikkati çekmek gerek.

(20 Nisan 2011)

Sayı da Saymamış, Sopa da Yememiş

Pek sayın kültür bakanımız açıklamışlar:

“Türkiye’de yılda ortalama 7,2 kitap okunuyor.

...

DÜNYADA KİTAP OKUMA ORANI:

ABD : 15
Fransa : 16
Finlandiya : 16
Japonya : 50
Tayland : 2”


Türkiye’de 6 yaş üstü kaç nüfus var? 66 milyon.

Toplam kaç nüsha yapar? 475 milyon.

Türkiye’de ders kitabı dışında, yılda kaç kitap basılıyor? 10.000.

Kaç tirajları var? Ortalama 3.000.

Toplam kaç nüsha eder? 30 milyon.

Türkiye’de kütüphanelerde kaç kitap var? 12 milyon.

Yılda kaç kez okunuyorlar? Kabaca 12 milyon.

Fark ne? 440 milyona yakın.

Bu arada, G-7 nüfusu ne okuyor? Barbara Cartland, Harry Potter, vd. (Benzeri kitapların toplam satışı milyarlarca nüsha ediyor. Bakınız: Wikipedia en çok satan kitaplar ve yazarlar listesi.)

Gerçek şu:

G-7’de bile, etkin okuryazar nüfusun oranı % 10 filan. Bunun ölçütü nedir? Örneğin, zorunlu eğitimin (orada 14 yıl) gerektirdiği kompozisyon dersinden geçer not alabilmek. Örneğin, koskoca Çin’i dünya haritasında gösterebilmek.

Yazının icadının 6.000. yılında dünya etkin okuryazar oranı % 1-5 falan.

‘Yazık’ bile diyemiyoruz. Yeisle yazmayı sürdürüyoruz.

(20 Nisan 2011)

Bildiğim Bir Mevzu: İntihar

“Nasıl bir hayattır ki ... hep birlikte ölüme hazırlıyor.

Tekinde tek bir tereddüt olmadan.”


Umur Talu, 4 kardeşin intiharı için yazmış bunları.

(Kardeşlerin inthar dışı nedenlerle ölümünü tartışma dışı bırakıyorum, çünkü aslına bakılırsa okuduklarım beni intihar konusunda tam ikna edemedi.)

İnsanlar neden intihar ederler?

Çok basit bir yanıt: Yaşamın hiçbir değeri yoktur. Bu durum anne kaybı veya iflas olabilir. Ancak aslında bazı insanlar vardır ki onlar için yaşamanın hiçbir zaman anlamı olmaz. Bunun için de birçok neden vardır ama biz yalnızca ‘intihara ya(t)kınlık’ durumu ile ilgileneceğiz.

Daha bebekliğimde ölüm tehlikesi geçirmişim. Bu da beni ölüme daima çok yakın kıldı. Gençliğimde insanlar ne zaman intihar edeceğim üzerine bahse girerlerdi. Lakabım ‘zekat keçisi’ idi.

Daha birçok ölüm tehlikesi atlattım. Bana öyle diyenlerin epeyisi öldü gitti, ben hala sağım.

Neden böyle? Nasıl böyle?

Öncelikle, bizim yaşadığımız Türkiye 1960-2010 dönemindeki 3 askeri darbe ve 3 liberalizm, zeki ve bilgili insanlara, entellektüellere yaşama hakkı hiç tanımadı.

Ancak, ölmek yeni bir şey değil ama yeni bir şey de değil yaşamak.

Ancak, toplama kampından kurtarılmış Museviler, kurtarıldıktan onlarca yıl sonra hala intihar ediyorlardı. Daha tuhafı, çocukları ve torunları da intihara eğilimli oluyordu.

Ancak, Niyazi Berkes’in saptadığı üzere, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ilkokularda intihar oranı çok artmıştı.

Tüm bunların nedeni ne?

Yaşamak istemediğin br yaşamı yaşamaya zorlanıp, bir noktadan sonra ahlaki duygularla intihar etmek.

Ancak, benim bir sorunm var: O kadar çok sağ kalmaya koşullanmışım ki intihar etme yetim hiç olmamış.

Yoksa, çoktan intihar etmiştim. Son 6 aydır da, aslında intihar edeceğim koşullarda yaşıyorum. Yaşayacağım da.

Artık öyle bir noktaya geldim ki: Yaşamanın bir anlamı yok ama ölmenin de bir anlamı kalmadı. Yaşamak değersiz, ölüm daha değersiz.

Bildiğim bir mevzuydu, yazdım. Ancak, bilmeyenlere anlatabileceğimi hiç mi hiç sanmıyorum.

(25 Nisan 2011)


TKP’nin Reklam Filmi

TKP, seçimlerde ‘Kimlerden oy istemediğine’ ilişkin video filmler hazırladı.

...

... TKP filminde Belözoğlu’nun etik dışı hareketler sergilediği maçları izleyen gençler rol alıyor. Bira içerek filmi izleyen gençler, daha sonra sokağa çıkarak ‘Yaşasın renklerin kardeşliği’ sloganı atıyor ve ‘Emre, sakın TKP’ye oy verme’ pankartı arkasında yürüyüş yapıyor.

‘Haksız olsa bile üste çıkanlar... Seviyesizliği erdem sananlar... Zorbalıkla üstünlük kurmaya çalışanlar... Sakın TKP’ye oy vermeyin.’”


Bu da bir yaklaşım. Pek işlevli değil ama yine de bir yaklaşım.

İşler mi?

Bence hayır.

Keşke işleyebilseydi.

Bir soru şu:

Emre, bu filme karşı dava açarsa, kazanır mı?

Büyük olasılıkla evet.

Hoca’nın fıkrasındaki gibi, taşların bağlandığı, itlerin salındığı bir ülke olduk çıktık.

Umutsuz muyum?

Hayır.

Fıkradakinin tersine, bazıları zevk alsa da, bu bir tecavüz sonuçta. Tüm yaşamımın ırzına geçilmiş, benden gülmemi bekliyorlar.

Şöyle diyeyim:

Bu filmi kullananların bir bölümünün babaları, zamanında benim gibilere yaşama hakkı tanımıyordu. Bitaraf olanlar, bertaraf ediliyordu. Şimdi, o zamanki bitarafları arıyorlar.

Ben yokum. Hiç de olmadım. Tüm partilere ‘nah size oy’.

(25 Nisan 2011)

Porno Yıldızına Müslüman Türk Hayranından Mektup

“Porno film yıldızı Bree Olson, bir Türk hayranı tarafından kendisine yazılan ve evlenme teklifi de içeren Türkçe mektubu Twitter'da paylaştı. Mektup günün konusu oldu.”


Mektuptan satırlar:

“Sevgiyi rabbimizden aldık. Ve size bir kez daha soruyorum: Benimle evlenir misiniz? Kıyamete kadar.”

Ben ne sevgii aah, bu nee ıstıraap...

Abimiz delikanlı. Fotosunu da koymuş.

Rumuz: At tarrağı...

(25 Nisan 2011)

Yavuz Dolandırıcı Maktulu Bastırır

“İş vaadiyle 5 bin kişiyi dolandırdı

Dolandırıcı kendisini böyle savundu: ‘5 bin kişi dolandırdım. Memlekette bu kadar enayi varsa ben ne yapayım. Bunun suçlusu ben değilim.’”


Memlekette milyonlarca işsiz var. Adamın mazeretine bak.

Bir keresinde de çaldığı çantayla yakalanan hırsız şöyle bağırmıştı: “Verin lan çantamı...”

Yaptığı hırsızlıkları kitaplarında anlatan, rahmetli hırsız-yazar Mehmet Kartal, taa 1995’te şunu saptamış: Eskiden hırsızlar soydukları evde adam öldürmezmiş, o sıralar öldürmeye başlamışlar.

Neden?

Mapusane çeşmesinde en çok saygıyı ve korkuyu katiller görür. Hırsızlar hiyerarşinin alt sıralarında yer alır. Kronik kriminal de olsa, kendini-gerçekleştirme kaygısı, çoğu insanda mevcut. Suçlu da, suçuyla kendine saygı yaratacak elbette.

Ahan da liberalizm bu: Bırakınız çalsınlar, bırakınız dolandırsınlar.

En güzel haber de sonda:

“Kapalıçarşı’da lüks markalara ait çanta, saat ve aksesuarların taklidini üretip piyasaya süren çeteye ilişkin yürütülen teknik takibe ‘ilginç’ bir isim takıldı.

Çete elemanlarının telefonlarını 8 ay boyunca dinleyen İstanbul Güvenlik Şube Müdürlüğü ekipleri, Louis Vuitton’un baş çanta ustası Yorgo Anastiadis’in taklit ürün satın alan sosyetenin ünlü isimleri ile telefon görüşmelerini tespit etti.

İddiaya göre taklit ürünleri üretmek için Anastiadis’i transfer eden çetenin Anastiadis sayesinde 10 bin dolarlık Fransız marka çantaların taklidini üretip, İstanbul sosyetesine tanesi bin 500 dolardan sattığı belirlendi. Soruşturma kapsamında gözaltına alınan Anastiadis, ifadesi alındıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.”


Yeterince parasını verdin mi, herkes satılık.

Ayrıca bu usta, üste dava açabilir: Emeğimi sömürüyorlar, ben ucuza mal sattırıyorum, diye...

Kazanır mı? Kazanır.

Hukuğun guguk edildiği bir ülkede, tazminat davalarımız bilmezkişiler tarafından, Holywood filmlerindekilere çevrildi zaten...

(30 Nisan 2011)

Köpek Bana ‘Hişt’ Dedi

Eskişehir’de vatandaşların ihbarı üzerine polis, saat 03.45 sıralarında Odunpazarı İlçesi Gökmeydan Mahallesi’ndeki Özbek Çocuk Parkı’na gitti. Polis, evli ve 3 çocuk babası işsiz Mustafa K.’yı (47) bir sokak köpeğine tecavüz ederken yakaladı.

Karakola getirilen ve ifadesi alındıktan sonra, Kabahatler Kanunu’na göre 150 TL para cezası yazılarak bırakılan Mustafa K., ‘Uzun süredir eşimden ayrı olarak yaşıyorum. İşim de yok. O gece son param ile bir bira alarak parkta içtim. Bu sırada yanıma boz bir dişi köpek geldi. Köpek bana ilgi gösterince, kendimi tutamadım. Onunla ilişkiye girdim’ diye konuştu.”


Duruma ilişkin Zihni Sinir soruları:

Adam köpeğin ona ilgi gösterdiğini nasıl anladı?

Kabahatler Kanunu’nun hangi maddesi uygulandı?

O adam 150 TL’ye genelevde nefsini söndürebilir miydi?

Adama cezayı ödeyebildi mi? Ödeyemezse içeri atılacak mı?

Gecenin dördünde kimler uyanıktı da, adamı gördü?

Köpek hamile kaldı mı?

(30 Nisan 2011)

Ne Sayı Saymış, Ne Sopa Yemiş

“Kaç çocuk olursa olsun, ne diyoruz? En az üç çocuk. Bazıları, 'İki tane yeter' diyor. Sakın ha bu oyuna gelmeyin. Bu da bir tuzaktır. Bu tuzağı hep beraber bozacağız. Çünkü bu milletin nüfusu azaltılmak isteniyor.  Bu milleti kısırlaştırmak istediler. Doğum kontrolleri yaptılar bu ülkede. İstediler ki bu millet ihtiyarlasın, yaşlansın. Aynen bizi de batının şu andaki durumuna düşürmek istediler. O oyuna gelmeyeceğiz.”


Erdoğan bu, sallıyor da sallıyor.

Onun sayısız sopaları:

Bir: 2 çocukla bile nüfus artar, çünkü ortalama yaşam uzuyor.

İki: Zaten 3 çocuk oluyor. Sen ‘3’ dedin mi, halkımız ‘4’ anlar. ‘Daha yapın’ anlar. Örneğin, oturduğum Kasımpaşa’da ortalama çocuk sayısı 4, ortalama gelir düzeyi ilk onda 1’den 10’ada 6 veya 7.

Üç. Batı, Türkiye’nin nüfusu azalsın değil, artsın ister, yeni köleler ister. Ahan da, 3 milyon Alamancı ortada. Almanya’ya ekonomik katkıları 1 trilyon avroyu geçti.

Dört: Hiçbir evli kadın gönülsüz doğum kontrolüne girmedi, girmiyor. Kadın yapmış çocuk, yapmış çocuk, arada düşükler kürtajlar. Artık ayakta duramaz hale gelmiş. Kendi gidiyor istiyor, kayınvalideler de engel oluyor.

Beş: Batı’da 1 kadın veya 1 erkek, olağan eğitimle bulduğu işle aldığı maaşla, insan gibi haftada 35-40 saat çalışır. Boş zamanı mesaisinden çoktur. O boş zamanı bir çocuğa 1 milyon dolar olarak harcamak istemez. Zaten % 25’i tek başına oturuyor. Bizdeki gibi, 5-10 kişi 70 metrekareye yığışmıyor.

Altı: İşsizlik % 20 iken, yeni iş alanı yaratamamış 9 yıllık bir iktidarken, kalkmış hala ısmarlama ... istemek, ancak Tayyip’e yakışır.

Yedi: Kendi çocuğunu başkasının parasıyla okutan adam bunları söylerse, ona ‘...’ derler.

(2 Mayıs 2011)

Uyuşturucuya 23 Milyon Dolar Harcadım

“ABD’li efsanevi rock grubu Aerosmith’in 62 yaşındaki solisti Steven Tyler, bu zamana kadar kokain ve eroine 23 milyon dolar (35 milyon TL) harcadığını açıkladı. Defalarca rehabilitasyon merkezinde tedavi gören ve hâlâ hayatta olduğu için çok şanslı olduğunu söyleyen ABD’li müzisyen, ‘People’ dergisine verdiği röportajda, ‘Porsche marka otomobilimi, uçağımı ve evimi uyuşturucu için çarçur ettim. Haplarımı sahneye çıkarken davulun içine saklıyordum’ dedi.”


18’inde başlasa, 44 yıl eder. O da, 16.000 günden az fazla eder. Yani abimiz kısacası, günde 1.500 (bin beş yüz) doları uyuşturucuya harcamış.

Şu anda ABD’de aylık asgari ücret bundan aşağıda. Abimiz kafadan, 30 kişinin yaşamı boyunca harcayacağı parayı, beyaza yatırmış.

Şimdi, bu işin gurusu William Burroughs bunu duysa, mezarında ters dönerdi.

Acaba bu adam bu işten dolayı hiç hapis yattı mı? Yoksa, rüşvet mi yedirip kurtuldu?

Bu kısa öykü beni sarstı. Uyuşturucuyu zehir sayanlardan da değilim, kurucu da değilim, alkol bana yeter de, artar bile.

Beni sarsan şu: Bu ne ekonomidir böyle?

En son yıllık 1 trilyon dolardı. Alkolizmi anlarım, keşliği anlarım ama bu işe fabrika parası yatırmayı anlamak beni aşar. Ben cebi boşlardanım.

Ayrıca, ne ve ne kadar kullandığını da merak ettim. Bu mereti kulağından aşağı döksen, birim fiyatı belli, öldürücü dozu belli.

Abimiz gerçekten aşmış. Dümura uğradım. İmrenmedim de, tiksinmedim de.

(3 Mayıs 2011)

Nikahsız Evlilik

Olaya müdahil olarak açıklık getireyim:

3 tane 3 yıllık, 1 tane 16 yıllık nikahsız ilişkim oldu.

Evlilikten farksızdı. Olabilirdi, olmasını istedim ama olmadı.

Devletin bu işe karışmasına gelince:

İslam’da bile ‘gönül nikahı’ denilen bir şey vardır ve ayrıca da her yerde nikah kıyacak imam yoktu, hatta devlet yoktu, insanlar da yine de evlendiler.

Tersinden bakalım:

Aile kurumunu nikahsız evlilikler değil, nikahlı evlilikler bozdu.

Nikahsız evlilikte aldatma yoktur, söylersin, ayrılırsın, olur biter; nikahlı evlilikte aldatma % 30’dur, hem kadında, hem erkekte.

Evlilik kurumunu son 3 liberalizm dalgası parçaladı. Çoğu insan tersini düşünse de, ekonomik açıdan birer eksi değer olan evkadınları, kocalarına abidik gubudik çanak çömlek, çul çaput, incik boncuk aldırtıp, onu borçlandırıp, koca yallah mapusa durumunu sıkça yaparlar. Bu yüzden bozulan çok evlilik gördüm. Yani, evliliğin şu anki yapısı çarpık veya güncellenmemiş durumda.

Bu tasarımın 2023 vizyon kitabına alınması da ortaoyunu gibi olmuş.

Bu konu, internet yasağı ile birleştirilince, asıl niyet daha kolay anlaşılıyor.

(4 Mayıs 2011)

Bozcaada Rekoltesi Yasak

“Bozcaada Belediyesi hurdacı, seyyar satıcıların adaya girişine yasak getirdi. Belediye Meclisi’nde alınan yasak kararına, ‘müzisyenler de giremez’ maddesinin eklenmesi müzisyenleri isyan ettirdi.

...

... bir müzisyen tabelanın fotoğrafını çekip sosyal paylaşım sitesi Facebook’ta paylaştı. Müzisyen, Bozcaada Belediyesi’ne de mail göndererek, sitemini dile getirip tabelanın kaldırılmasını istedi.

...

Belediyenin web sitesine gelen mail üzerine Belediye Başkanı Demokrat Partili Mustafa Mutay harekete geçip Geyikli İskelesi’nde tel örgülere yazılı bulunan tabelayı kaldırttı.”

Kafadan Anayasa’nın ihlali, çünkü seyahat özgürlüğünün ihlali.

Dikkatinizi çekerim, bu bir ada ve oraya gitmek için yapılmış vapur iskelesinin girişine asılmış bu ilan.

Ayrıca Meclis kararı demek, başka partiler duruma yasal olarak müdahale etmedi, demek.

Ayrıca, bu karar kaldırılana kadarki süresince uygulandı demek.

Bozcaada’nın üzümü ve şarabı meşhurdu, şimdi de bu özel rekolte yasağı meşhur oldu.

(11 Mayıs 2011)

Homolar AKP’yi Seviyor

Başlık gıcıklık olsun diye. Gıcıklıkla devam edelim: Ben eşcinsellerin evlenmelerine, hele hele çocuk yapmalarına feci gıcık kaparım.

Altı kaval, üstü Şişhane: Başta ben farklıyım, sonda ben normalim ayool... Neyim eksik?

“Sonuçlara dikkatinizi çekiyorum: CHP yüzde 45.5, AKP yüzde 31.1 ve MHP yüzde 11.

...

... anketin aynısını 2007 seçimleri öncesinde de yapmıştı. O zaman oy oranları CHP’de yüzde 28, AKP’de yüzde 33, MHP’de yüzde 9 olarak çıkmıştı.”


Bu durumda, Bülent Ersoy kesin AKP’ye oy veriyor olmak durumunda. ‘Allah’ sözünü ağzından düşürmüyor çünkü.

Konuyu aynı yerden başka bir alıntıyla özetleyelim.

“Christopher Hitchens’ın, eşcinsellerin evlenme talepleriyle ilgili bir sözü vardır: “Bu talep, eşcinseller arasında muhafazakârlığın ne kadar yaygınlaştığını gösterir.””

Olabilir. Eşcinselsindir, muhafazakar da olabilirsin. Ancak, nevruzda Kürt konvoyuna gökkuşağı flamasıyla girip, AB’li rolü oynarsan, senin samimiyetine inanmak imkansızlaşır.

Psikiyatristlerin yeni yeni aymaya başladığı bir durum var: Bir eşcinsel AKP’li, ateistlere karşı katliam düşünebilir, böylelikle şeriatçılığıyla çelişebilir ama eşcinselliğinden dolayı katledilmeye hiç mi hiç gelemez. Yani, genelde toplumdaki çok kişideki çifte değer yargısı, kişinin kendisi için de geçerli olmaya başlıyor.

Hep söylerim:

Tarihte belki de ilk ve son kez olarak, çok çok sayıda paradigmatik / söylem düzlemsel kritik eşik önündeyiz. Bunun ardı, tekillik olarak tanımlanmış kesitirilemeyen yepyeni bir toplum yapısı olabilir. (Muhalefet şerhi: Şimdilik insanlık tarihinin en büyük devrim olan Neolitik Devrimi’in yerleşmesinin binlerce yıl aldığını ve tarihin 5.000. yılında dünyada ateşi bile keşfedememiş topluluklar olabileceği gerçeği. Yani bu bakış açısıyla tekillik, ölümsüzlük gibi konular için geçerli olabilir ancak, olağan tarih akışı için değil.)

Eşcinsel evlilik de bu söylemlerden biri: 1980’lerde ilerici bir söylemdi, şimdilerde 820107larda) muhafazakar bir söylem oldu çıktı.

Fransızlar ne demiş. “Yaşlılığında tutucu olmak istemiyorsan, gençken devrimci olma.”

Yani, devrimci olaksan, benim gibi yaşlılığında ol.

Yiyemeyeceğin tarakların altına da girme.

Kimseyi kandırdığını sanma. Ne çocuklu Elton John, ne de bizim AKP’li homolar kendilerinden başka kimseyi kandıramıyorlar.

Liberalizm yanlışlıkla bir şey yaptı: Ahlak erozyonunu öyle doza yükseltti ki yalnızca siperde hiç kımıldamıyanlar, yani eski tabirle korkaklar, savaşır durumda kaldı.

Merak etmeyin, 1968’liler hala bekarete önem veriyorlar, 19787liler hala çocuklarını nikahsız birarada yaşamasını istemiyorlar, AKP gibi.

Biz buradayız. Hep buradaydık. Hala, söylediğimizin değil anlaşılmak, henüz dinlenir bile olmadığını biliyoruz.

Olsun, topal karınca ateist, Tao yolunda kör topal devam...

(13 Mayıs 2011)


‘Nazım’ın Katili Vera’nın Yazılış Öyküsü

Yıl 1989. Evsizim. (Şu anda da evsizim.)

Sokak beni bir eve sürükledi.

Bir kadın, bir erkek.

(Claude Sautet’in aynı adlı filmine bakınız. Özgün adı, ‘Sen, Ben ve Diğerleri’ idi. Fransızlar burjuva aşkı yanılsamasını çok dürüstçe fime çekerler. Ayrıca, bakınız Melville’in bir öyküsünün çağdaş bir yorumu olan Sophie Marceau’nun manyak bir rol yorumu çıkardığı  ‘Fidelite’.)

Erkek, 16 yaşından 24 yaşına kadar içeride kalan bir solcu.

Kadın, çıkmasına yakın ona mektup yazmaya başlar. Çıkar, bir iskelede kadın ve erkek birer kırmızı karanfille birbirini bulurlar ve birlikte olurlar ama yürümez. (Ayrıntılar kişisel gizliliğe girer.)

Bu öyküler çok fazladır ve ben yalnızca 2’sini biliyorum.

2. öykü:

Erkek 13 Eylül 1980 günü, yurtdışına o zamanın parasıyla 10.000 dolarla kaçabilecekken, kaçmaz ve 12 yıl yatar.

Yine, mapusluğunun son zamanlarında aynı öykü yinelenir:

Kırmızı karanfil dahil.

Birlikte olurlar ve yürür ama yürümesi öyküsü feci melotrajiktir ama bunu da pas geçiyorum.

Ben, bunlara ‘Fasbbinder Denklemleri’ diyorum, çünkü melodramın faşizmini en iyi filmleyen o.

Dönelim birinci öyküye:

Kitabı o evde bir gün tesadüfen yalnız kalınca (anahtarsız dşarı çkamayacağım ve zaman geçirmek için), bana söylenen sürede okudum bitirdim.

Yani, kitapla, benzer öykünün bir öykünün içinde yaşadım.

Borges’ten nefret ederim, post-modernlerden de.

Merak edenler için: Post-N-modern’deyim.

Kitap için:

Kanıtım yaşamdır, çünkü yazdığım metnin aynısını gördüm ve o metni o nedenle taa 9 yıl sonra yazdım.

‘Birlikte yaşlanalım’, bir kadınla bir erkeğin birbirine söyleyeceği en fatal / faşist laflardan biridir ve dilimizde ‘bir yastıkta kocasınlar’ vardır.

O nedenle, sakın ola efsanevi aşklara özenmeyin, erkek olarak basurlu ibne olursunuz. (Bu espri benim.)

(15 Mayıs 2011)


Doğmamış Çocuğa Mektup

Önnot: Okurun tahmin edebileceği gibi, bu metin Orinana Fallaci’nin ‘Doğmamış Çocuğa Mektuplar’ kitabından esinlenmiştir. Aylardır da, beynimde duruyor, yazılmayı bekliyordu. Uyumaya yattım, bu metin taslağı beni uyutmadı. Kalktım, yazdım. Yazar olmanın böyle yan etkileri var: Uykun, yemeğin, hatta sıçman gecikebiliyor.

Ula piç.

Doğmadın ama yaşamımı kezlerce piç ettin.

Benimkisi yetmedi, anne adaylarının da yaşamını piç ettin.

Dersen ki: Korken düşüneydin. Düşündük de koduk ama benim gibi, zekat keçisi kılıklı birinden, 300’dekilerinki gibi sperm çıkacağını nereden bileyim? Şeytanı bile ters köşeye yatırdılar.

Birinci kürtajda çok çok acı çektim. Acı çekmem ya da hafiflemeye başlaması 15 yıl sürdü. Acı’mın nedeni tümleşikti: Aslında çocuk istiyordum ama yapacak param yoktu ve bir kadının benden ayrıldıktan sonra, bir daha asla çocuk yapamayacak duruma gelme olasılığı vardı. (Evlendi ama çocuk yapıp yapmadığını hala bilmiyorum.)

O zamanlar kürtaj yasadışıydı ve baytarların elinde böyle sonuçlar çıkıyordu.

Sonrakiler, hep hesapça çocuk olmaması gereken zamanlarda hamile kalmayla oldu.

Tuhaftır, hiçbir partnerim, doğum kontrol yöntemi kullanmadı, biri hariç.

Onlara aybaşı günlerinin çetelesini kendi başlarına tutmayı asla ve kata öğretemedim. Bazılarında ben tuttum. O da işe yaramadı.

Sana ilk heveslendiğimde 21 yaşındaydım, senden vazgeçtiğimde 35 yaşamdaydım.

Ula çocuk. Doğmadın ama doğmayarak benim yazar olmama aşırı katkıda bulundun.

Ancak, hala seni sevmem.

Neden?

Babam ve erkek kardeşlerimden gördüğüm üzere, zeka pek kalıtımsal değil. Başka şeyler de gerekli. Sen doğsaydın, muhakkak liberalizm döneminde yaşayacağın için, bir de seni öldürür, katil olurdum.

(Normal bir çocuğa tahammülüm sıfır, hatta eksi.)

Ula çocuk: Doğsaydın, benim adımı taşıyacaktın, kız veya erkek fark etmez. (Bunu aşırı bencilce bulanlar olabilir ama adımı çok severim ve henüz bir ikinciyle karşılaşmadım. İkinciyi kendim yapma düşüncesi, çok çekici, yapmaktan vazgeçtikten sonra bile hala öyle.)

Ula çocuk: Seni zaman oldu, Telemakos’lar arasında Mentor olarak manen aradım. Onlar da, sıfıra sıfır, elde var sıfır. Türkiye’nin ilk on binde bir yeteneklerinden 1.000 kişiyle çalıştım. Yine sonuç aynı.

Ula çocuk: Son olarak, benden habersiz doğmuş olabilirsin. 2 kadın için bu olasılık var. Kadınlar aynı dönemde birden çok erkekle yattığı için baba ben bile olabilirim. Hala.

Not: O çocukları görmedim ama doğum yıllarını biliyorum.

Ula çocuk, baban gibisin, var olmadan, negatif egzistansiyalizmin allahını yaşadın.

Unutma: 51 yaşındaki baban hala zihnen doğmadı. Bir de sen olsaydın, tuvalet kağıdı bile olamazdık, toplama kampında. ‘Hayat Güzeldir’ filminin yavşaklığına katlanamam.)

Ula piç: Doğmadan öldün ama beni yaşattın.

İmza: Piç baban.

(15 Mayıs 2011)

Vicdani Ret

Pazar günü gümbürtüye gitti.

1 gün daha bekledim, başkaları benden önce yazsın diye.

Baktım kimsede tık yok, ben yazıyorum.

15 Mayıs dünya vicdani retçiler günüdür. Ve pazar günü öyle idi de...

Şu anda Türkiye’de onlarca vicdani retçi var ve davaları sürüyor.

Vicdani retçilik temel bir nedenle haktır: Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi herkese yaşama hakkı sunar. Bu ‘ölmeme hakkını seçme hakkı’ da demektir. Yani vicdani ret temel bir insan hakkıdır.

Ben vicdani retçi değilim.

20 yıl askerden kaçtım.

1 kere mevcutlu askerlik şubesine teslim edildim. 1 kere babam beni ihbar etti. 1 kere askeri mahkemede hakim karşısına çıktım.

40 yaşımda da bedelli askerlik yaptım.

Benim vicdani retçilerden farkım, savaşı ve şiddeti sevmem. Savaşın Yeryüzü’nden silinmesi için en az 500 yıl daha gerektiği kanısındayım. O zamana kadar birbirimizi yemeye devam. Kendini yedirmemeye devam.

Bu işin genetik yanı da olabilir kanısındayım. Tatar’ım ve Tatarlar tarihte temelde savaşla yaşamışlardır.

Askerlerden farkım, askerlerin savaşmayı bilmediğini düşünmemdir. Silah tasarlarım, 1 milyon kişi tek kalemde nasıl öldürülür, onu tasarlarım. Askerler böyle şeyler yapmaz pek, emir verir ya da emir alırlar ki bu benim en nefret ettiğim şeylerden biridir.

Vicdani retçilerden farkım, aradan sıyrılmayı, arazi olmayı, çıkıp doğrudan kelleyi koltuğa alarak beyanda bulunmaya karşı yeğlememdir. Bunu korkakça bulanlar olablir ama ben pratikçe buluyorum.

Ancak sonuçta bugün nasıl ki ben ateizmimi kellemi koltuğuma alarak savunyorsam, onlar da vicdani retti öyle savunuyorlar, askerde hapse atılıyorlar, dayak yiyorlar, sözlü tacize uğruyorlar, firar etmek zorunda kalıyorlar.

O nedenle, tüm vicdani retçilerin dünya vicdani ret günü kutlu olsun.

Gençler siz de bir an önce tüymeye bakın. 2030’dan önce bu ülkede hayır yok.

(17 Mayıs 011)

Koyun Koçu

“Fatih, Ümraniye, Bahçelievler, Eyüp gibi birçok belediye ve kurumlar için aile içi iletişim seminerleri veren Sibel Üresin, hem yaşam koçluğu, hem de aile ve evlilik danışmanlığı yapıyor.

...

Üresin ‘Zaten çokeşlilik var. Erkeklerin yüzde 85’i aldatıyor. Bu muhafazakâr kesimde ‘imam nikâhlı eş’, diğer kesimde ‘metres’ adını alıyor’ diyor.”


Koyun koçu, koyana peçetecilik, koyuna ağrısız kesim, celeplik...

Koymayın koçu, bırakmayın, kaçmasın, dövecem...

Şurası hepten Allah’lık:

“Çokeşlilik dinimizde var. Herkes yapamaz ama yapana ‘Niye yaptın?’ diyemezsiniz, şirke girer. Kuran’da var.”

Vay be: Koyunu kestirmemeye bir koyun, şirk şerhiyle karşı çıkıyor, zinhar kesecek. İnsan hakkı, kadın hakkı falan yok. Para hakkı var. Parası olmayan geneleve bile gidemez. Parası olan, diz babam diz, sünnet nasıl olsa. Fetva imamiyesi de mevcut.

Şimdi bu haberi okuyup da, kaç zevce psikiyatristlik olmuştur, haberin var mı kör sağır koyun koçu?

Valla benim bildiğim solcuların 1971’de, 1980’de içeri girenlerinin belki % 95’i boşanmıştır ama böyle bir rezilliği onlar yapmadı, biliyorum. Bundan sonra neymiş?:

İmam kapıda bilet kesiyor.

(24 Mayıs 2011)

Taşra ve Melez

Bütün safkanlar melezlemeyle oluşur ama tüm melezlemelerin belki %o 1’i ile. Geri kalanları ya dandik melezlerdir, ya da daha melez melezlerdir.

Bütün teratolojik bedenler, ucubeler, melezdir, beden melezidir. Çoğu ölümcüldür ama 3 ayaklı birinin evrimde daha başarılı olabileceği dirimbilimsel koşullar pekala tasarlanabilir, uygulanabilir de.

Melezler ölümcül sayılamaz, yalnızca işlevsizdir çoğunluk. Dene-yanıl veri tabanı olurlar.

Taşra, bucak, nahiye, kasaba melez değildir. Köy-kent melezi değildir. Taşra taşradır. Nasıl büyükkent varsa, taşra için de küçükkent denebilir. Taşrada herşey küçüktür, küçün insan vardır, küçük-küçük burjuva vardır.

Taşra melez değildir ama kesinkes teratolojiktr, yani feci sakattır.

Gecekondu ve zenginkondu da taşra değildir ama melezdir. Kent-köy piçidir. Piçler her zaman sakat olmaz ve babalarının canına pekala okuyabilirler.

Taşralı kentli değildir. Çehov’un sandığının tersine, taşralı küçük burjuva değildir, bir çeşit lümpen burjuvadır. (Bir de uluslararası büyük sermaye ile işbirliği yapan, ulusal sanayiyi kuramayan, lümpen komprador burjuvazi vardır ki tanım 1970’lerde Portekiz’den çıkmıştır.)

Taşra ve melezliğin ortak yanı bıçak sırtında olmasıdır. Olumsuz bir bıçak sırtılık. ‘Blade runner’ değil yani, gelecekbilim değil yani. Onun yerine, köyde kentli / kentte köylü, Türkiye’de alman / Almanya’da Türk olma hali, vb, vd.

Ülkeleri taşra saymıyorum. Periferi taşra değildir: Dünya Sistemi’ndeki bazı periferilerin bağlı olduğu merkezden zengin olması veya Türkiye’de bazı ilçelerin bağlı bulunduğu ilden ekonomik açıdan büyük olması gibi.

Periferi de, taşra da barbarlıkla uygarlık arasında gidip gelir. Yeryüzü’nde salgınlar veya istilalar nedeniyle kentlerin ortadan kalktığı dönemlerde olduğu üzere, tarihte her zaman ugarlık kazanmaz.

Taşra, ne tam yabandır, ne tam barbardır; kendine özgü bir harmandır. Alsas-Loren gibi bazı taşralar, kendine özgü uygarlıklar yaratabiliyor.

Taşra uygarlığı olmaz değil olur ama değişim çok az olur. Taşra durağandır. Feci durağandır, ölümcül derecede durağandır. Köyde bile hava durumu gibi sürprizler her zaman görülebilir. Taşrada sürpriz yoktur. Standart biyografilerin ve buna bağlı sınıf atlama çabalarının en çok görüldüğü yer taşradır. Buna karşın, eksodus pek görülmez taşrada. Taşralı bunalır ama aynen öyle yaşar gider.

İşte bu kahverengi taşra sıkıntısı taşrayı ölümcül kılar. Burjuvazinin ölümcül ayırtsızlığını yok edebilirsiniz ama taşranın sıkıcılığını yok edemezsiniz.

Melezleme engellenemez, çünkü uygarlıklar ve barbarlıklar birbirinden yalıtılamaz. Taa binlerce yıl önce bile, atlılar on bin kilometre öteye akına gidiyordu.

Taşra engellenebilirdi ama engellenemedi, dolasıyısıyla tümevarımsal olarak engellenemez durumda.

Şu sıralar uygarlığın bir dekadans momentinde olduğu hesaba katılırsa, taşra ve melez, bu global uygarlığın, bilimn, sanatın çökmesine katalizör olacak en büyük 2 etken olarak bakılabilir.

(26-27 Mayıs 2011)

Porno Yıldızı Şahin K.: AKP Beni Solcu Yaptı

“Sonraki seçimde İstanbul’da milletvekili adayı olacağını açıklayan Şahin K. ‘kimseden korkum yok, kasetse kaset, her şeyim ortada, hatta mecliste bile çekerim. Ama ben dokunulmazlık maskesi altına sığınmam yani. Benim her şeyim dobra dobra olur, dürüst olur.’ Şahin K. röportajı yapan Levent Orhan’ın ‘nasıl yani?’ sorusuna ‘Hatta bu yolsuzluk yapanları bile sıraya dizerim.’ cevabını verdi.”


Claude Lelouch’un ‘Tüm Bir yaşam’ filminde, filmin konusuyla ilgisiz, çok mavra bir porno filmi çekimi planı vardır: Hitler 1 Hitler 2’ye çakar.

Şahin K.’nın filminde yolsuzluk yapanlar peşpeşe birbirine geçirerek bir sıra oluşturur, en arkadaki der ki: “Ben yalnızca sepatizanım.”

K. en çok Erdoğan’a kızıyormuş:

“En çok kızdığım Başbakan… Bugün Almanya’da, Avrupa’da o kadar çok insan mağdur edildi ki, bu mağduriyetin sonucunda intihar edenler oldu, felç geçirenler oldu. Bütün biriktirdiği paraları kaybeden insanlar bunlar… Yimpaş’a, Kombasan’a… Başbakan Berlin’deki konferansta, orada insanlar diyor ki, ‘Başbakan’ım bizi mağdur ettiler.’ diyor. Başbakan’ın verdiği cevap şu: ‘yatırırken bana mı sordunuz.’ Ya kardeşim sen bu ülkenin başbakanısın, yatırırken sana sormadılar da peki, bu insanların paralarını yiyip götüren şirketler, eğer sol görüşlü adamlar olsaydı, şimdiye o şirketler pırna pırna olurdu, darmadağın edilirdi. Ama ne oluyor, o şirketin başkanı kırmızı bültenle aranmasına rağmen, Başbakan’ın yanında temel atma töreninde görüntüleniyor…”

Ben de o mağdurlardan birini görmüştüm. 70 yaşında seyyar satıcılık yapıyordu.

Ben Erdoğan’a kızmıyorum. Sen eşek olursan, semer vuranın çok olur’un pornocası da mevcut: Sen domalırsan, ...

40 sene boyunca Ecevit, Demirel, Erbakan, Türkeş’ten çok çektik. 3’ünü gömdük. 1’i kaldı.

Özal veya Çiller yargılanmadığına göre, Erdoğan da yargılanmayacak demektir ama kendisinin mezarı boyladığını göreceğime eminim.

Yukarıdakilerle ilgili Şahin K.’sal fantazilerimizi yazamıyoruz.

(27 Mayıs 2011)


İbne Hakem

“Eşcinsel olduğu için Futbol Federasyonu tarafından işine son verildiğini iddia eden eski hakem Halil İbrahim Dinçdağ, Türkiye'deki eşcinsel hakem ve futbolcuları isim, isim bildiğini söyledi.

...

Dinçdağ'ın, Futbol Federasyonu aleyhine açtığı 110 bin liralık tazminat davasının görülmesine dün Sarıyer Adliyesi'nde devam edildi.

...

Halil İbrahim Dinçdağ, 2009 yılından beri kendisine maç verilmediği için hakemlik yapamadığını, cinsel yönelimi ile ilgili çıkan haberlerden sonra, iş bulamadığı için Trabzon’dan İstanbul’a taşındığını, burada da iş bulamadığı için, ablasının desteği ile geçindiğini beyan etti.”


Sorun şu:

Eşcinsel erkek eski hakem, diğer eşcinsel erkek hakemlerin de işten çıkarılmasını talep ediyor. Kendisinin işe geri alınmasını ve/ya genelde eşcinsellerin hakemlik hakkını talep etmiyor. En azından haber öyle diyor.

Kambura sormuşlar: Kamburunu mu alalım, başkalarına mı kambur yükleyelim?

Kambur yanıtlamış: Başkalarına kambur yükleyin.

Hümanist bakış açısıyla, başkalarının kendisini anlama steği.

Gerçekçi bakış açısıyla, bana zarar geldi, onlara da gelsin isteği.

Burada federasyonun tavrı ortadaki sandık: Ortalıkta şikeler, iddaa’lar uçuşuyor. Abimler, elalemin anüs deliğiyle uğraşıyor. Demek ki kendilerinden pek emin değiller.

(1 Haziran 2011)

İntihar Edenler ve Etmeyenler

Ölümden önce bir yaşam var mı?

Bir şey var ama ona ‘yaşam’ denmez. Faşizm ve engizisyon soslu ‘standart biyografi’ denir.

Bazıları böyle yaşamayı kabullenemiyor.

Ben de onlardanım ama intihar yetim yok, çünkü çok fazla ölümle yüzyüze geldiğim için, sağ kalma içgüdüm bilincimden ve bilinçaltımdan bağımsız yaşıyagidiyor.

İntihar etmiş çok insan tanıdım.

Bir tanesinin intiharına hiç kimse inanamadı. İnanılmaz vurdumduymaz biriydi. Kendi hesabıma, kendisi kumarbaz biri olduğu için, çok borçlandığından dolayı, intihar ettiği veya etmiş süsü verildiği kanısındayım.

Bir tanesi kalp krizinden öldü. İntihar olmasının nedeni şu: 20 milyon doları vardı ve nakil kalp bulabilirdi. Dedesi ve babası 50 yaşında öldüğü için, o da 50 yaşında ölmeyi kabul etti ve öldü. Bence bu bir intihardır, çünkü yaşadıklarının ve yaşayacaklarının bittiğine ikna olmuştu.

Gelelim 3 ressam kadına:

Biri inanılmaz bir intihar eğilimi olmasına karşın, herkesi şaşırtarak asimile oldu. Yani, ünlü oldu ve para kazandı, hem de o karanlık ruhunun derinliklerini resmederek. Yani, bedeni sağ kaldı ama zihnen intihar etti. İntiharını şeyselleştirdi ki bu istisnai bir örnektir.

Bir tanesi ruh üşümeliydi. (Bu ruh üşümesi, özellikle Ankaralı, genelde taşralı-bozkırlı kadınlarda çok görülür.) Çevresinden inanılmaz manevi destek almasına karşın, intihar etti ve öldü.

Bir tanesi ressam olamadı, işkadını oldu. Parasızlık yüzünden. Tanıdığım en kırılgan ruhlardan biriydi. İntihar edip öldüğünü, yıllar sonra duyduğumda ağladım ki ben insanların ölümüne gülen biriyim, kendi ölümlerime de. Hala içim acır, belki ben onu vazgeçirebilirdim diye, çünkü birara birbirimize çok yakındık, sözümü dinlerdi gibime geliyor.

Gelelim intihar etmemişlere:

Yüzsüz 1968’liler ve 1978’liler. Devrim için öleceklerini haykırıp, ilk köşeyi dönüp liboşlaştılar. 100.000 kişide 10-20 kişi davada kaldı. Alkolik olup erken ölenleri çok, ona da intihar denebilir.

İntihar edilecek zamanlarda yaşıyoruz. Nokta.

(2 Haziran 2011)

Proleteryanın Şeyselleşmesi

Proleterya 1750-2000 tanım aralığıyla, kendiliğinden şeyselleşmiş durumdadır.

Bunun ana nedeni / temel durumu okuryazarlıktır. Yazı icat edileli 6.000 yıl olsa da, kitlelerin okuryazarlıkla tam karşılaşması ancak sanayileşme toplumunda mümkün olmuştur.

Ancak 250 yıldır görüyoruz ki değil eğitimsiz proleterya, üniversite mezunları bile, etkin okuryazar olmayı gönüllüce kabullenememekte, yani aslında toplu bilisizlikte yazının varlığını inkar etmektedir.

Oysa var olan nitelikli kültürel herşey yazıyla vardır (buna matematik ve mantık dili de dahildir): Bilim, sanat ve düşün.

Bu durumda proleterya kültüre yabancılaşmakta ve şeyselleşmektedir. Örneğin, kendimde izlediğim için biliyorum, yolda yazı yazan birini gördüklerinde, küfür eden birine gösterdiklerinden daha fazla iğrenme tepkisi göstermekteler.

Bu süreç, aynı zamanda gerçeklerin söze ve yazıya dökülmesine karşı çok sert tepki ile ortaya çıkmakta. Örneğin, ateizm metinlerime açıkça katli vaciplik tepkiler aldım. Oysa onlara sorsanız, ‘ateyizlere karşı hoşgörülü’dürler.

Bu kültürel momentte önemli olan durum, din gibi, bunun da maddi değil, manevi bir olgu olmasıdır. Sonuçta okuyanlar ve diplomalı olanlar daha çok para kazanıyor ve daha üst statülere çıkıyorlar. Bu gerçek işleseydi, proleteryanın okuryazarlık peşinde koşması gerekirdi.

Bu durumu sanıldığının tersine, televizyon kültürü yaratmadı. İnternetteki yazma eyleminin ortalamaları, ilkokul birden daha aşağı düzeyde gramer bilgisi imliyor.

Ancak, tuhaf bir olgu da gerçkleşti: Proleterya proleteryalığını yitirdi. Proleteryanın yerini engelliler ve marjinaller aldı, yani artık en çok onlar eziliyor, en çok onlar sömürülüyor.

İşte bu 2 koşut süreç, proleteryayı feci şeyselleştirdi. Bir proleterya emekten dem vuramaz artık, makinalar ve robotlar var. Bir robot temizlikçi, asgar ücretin onda biri maliyete on kişilik iş görmekte.

Devrimin öncüsü hiçbir zaman proleterya olmayacaktı. O Marx’ın palavrası. Marksistler’in % 99’u bunu bilir ama sesli olarak dile getirmeye cesaret edemez, çünkü hemen kitle tarafından linç ve aforoz edilir.

Sonuç?:

Bu durum 250 yıl önce engellenebilirdi. Yanlış paradigmalarla bu engelleme engellendi.

İkinici ana sınıf olan burujuvazi de aşağı yukarı benzer koşullarda olduğu için, içinde bulunduğumuz tarihhsel momentte sınıflılık ve külterel kimliliklilik şeyselleşmişliktir. Nokta.

Bunun panzehirleri ve tedavisi ayrı bir metnin konusu olacaktır.

(9 Haziran 2011)

Dondurma Otomobil Ezdi

Herhalde bu haber yabancı basında yayınlansa kimse inanmaz.

Yurdum insanı kantarın topuzunu kaybetmişliğini sürdürüyor.

“Osmaniye’nin Kadirli İlçesi’nde bir pastanenin Kahramanmaraş dondurmasıyla otomobil kaldırma gösterisi girişimi, fiyaskoyla sonuçlandı. Zincire bağlı 300 kiloluk dondurma kopup, otomobilin üzerine düştü, büyük hasar meydana getirdi.”


İstiklal Caddesi’nde her gün dondurmayı külaha yapıştırıp turistin elinden çekme garabetliğini abartan ve dondurmayı havada çevire çevire kuburdan kirli duruma getiren yurdum insanı bunu da becerdi.

Sonuç olarak yaratılan sansasyon daha çok olduğuna göre, ‘reklamın kötüsü olmaz’ deyip, durumu kabul etmek ya da yukarıdaki olayı  seyretmek, eylemek, vd için orada bulunan herkesi tımarheneye tıkmak gerekir.

Demedi demeyin, Sodom ve Gomore’da insan gibi insan 10 tane bulunmadığı için bu kentler Yeryüzü’nden silindi. 70 milyonluk Türkiye’de 7 insan gibi insan çıkar mı acaba? Şu ülkeyi atom bombalasak mı acaba?

(15 Temmuz 2011)


Laz Orjisi

Laz’ın herşeyi tuhaf. Orjisi de tuhaf oldu:

“Ordu ve Giresun'a hizmet verecek havaalanına verilen ‘OR-Gİ’ isminin uzun zamandır sıkıntı yarattığı, 2014'te hizmete girmesi beklenen havaalanının adının 1 yıla yakın zamandır ‘OR-Gİ’ yerine, ‘Ordu-Giresun’ şeklinde kullanıldığı ortaya çıktı.

Havaalanı için daha önce Ordulular ‘Ordu’, Giresunlular da ‘Giresun’ ismini isteyince, Ulaştırma Bakanlığı ortak isim olarak, iki kentin ilk hecelerinden oluşturulan ‘OR-Gİ’ ismini benimsedi.”


Bu arada havaalanının deniz doldurularak yapılacağı ve deniz seviyesi yükselmesi nedeniyle, belli bir süre sonra su altında kalabileceği de belirtildi.

Zaten Karadeniz sahil yolu da, yanlış eğim nedeniyle, fırtınalı havalarda su altında kalıyor.

Laz’ın orji havaalanı da böyle olacak elbette... İleride deniz uçakları iner, ne olacakmış yani?

Dipnot: Neden kimsenin aklına ‘Gİ-OR’ adı gelmemiş?

(25 Temmuz 2011)

Lezbiyen Annenin Davası

“Lezbiyen bir çifte sperm bağışlayan Avustralyalı adam, mahkeme kararıyla çocuğun doğum belgelerinden çıkartıldı. Adamın isminin yerine, bebeği doğuran kadının eski sevgilisinin ismi yazılacak.”


Çok yanlışı bulunuz:

Aktif / dominant eşcinsel – pasif / resesif eşcinsel durumu, bana hiç demokratik gelmiyor.

Eşcinsel çiftler çocuk sahibi olarak, zıtcinsellerle aynı kefeye giriyorlar. Çocuk yapmak, bana gelecek açısından hiç mi hiç demokratik gelmiyor. Hele hele 70 yaşındaki Elton John’un bir bebek doğurtması bana doğrudan bebeğe yönelik haksızlık geliyor. Bunun aynını zıtcinsel Jean-Paul Belmondo da yapmıştı, o da bana aynı geliyor.

Tek eşcinsel hala çocuk sahibi olamıyor galiba. Kadın olur da, erkek taşıyıcı anne bulursa, olur mu, nerede olur / olmaz, onu bilmiyorum. Hoşgörünün o seçeneğini tartışmaya henüz gelemediler hehalde.

Avustralyalı sperm bağışlayıcısı karara itiraz etmiş. Sen verdin spermi, ötesini unut gitsin. Zaten birçok ülkede bağışlayıcının adı blinmiyor bile.

Kadın ayrıldığı sevgilisinin adını yazdırmış.

Kadın çocuğun babası yerine, ayrıldığı sevgilisinin adını yazdırmış.

Bunları zıtcinseller yaptığında seksizm oluyor da, bu durumda nasıl olmuyor da oluyor?

(17 Ağustos 2011)

Futbolda Alaturka Faşizm

Futbolda alaturka faşizm, ‘futbol özgürleştirir’ diyebilmektir.

Futbolun faşizmin F’lerinden biri olduğunu ben değil, faşist diktatörlerden biri söylemiş.

Futbolda bugün mafya var mı? Var.

Şike var mı? Var.

Büyüklerin hepsi şike yaptı mı? Yaptı.

Federasyon bu konuda hiçbirşey yapmadı ve yapamadı mı? Evet.

Buraları geçelim. Şuralara gelelim:

Bir: Hiçbir takımın taraftarının yarıdan fazlası, şike yaptığı kanıtlansa bile, takımının küme düşürülmesine onay vermiyor. (Gözlemdir.)

İki: Şikeyle şampiyon olmaktan hiçbir taraftar rahatsız olmuyor, olmadı, olmayacak.

Üç: Futbol, aşağılık kompleksinin, sürü psikolojisinin, uygulanamayan erkekliğin, vd, vb tüm alaturka faşizm öğelerinin rahatça uygulandığı bir alan oldu çıktı.

Dört: Kendini en yüce görme, aşağılık kompleksinden çıkma  megalomanisinin, ‘en kalabalık taraftar’, ‘en etkin taraftar’, ‘politik futbol taraftarı kümesi’ gibi saçma sapan takıntılara dönüşmesi ortaya çıktı.

Beş: Cumhuriyet bittiği için, futbolun da bittiğini kimse anlamıyor. Başıbozuk takımı, talan yağma mantığının bir bölümünü futbol alanına taşıyor.

Altı: Böylesi büyüklükteki bir sektörün, at yarışında olduğu gibi, düz gitmesi imkansız ama insanlar yangına benzin döküyorlar.

Sonuç?

Nur topu gibi, alaturka faşist futbolumuz oldu: MİT başkanları mafyacılar aracılığıyla kendini seçtirdi. Klüp başkanı uyuşturucu kaçakçılığından hapis yedi. Yol ortasında futbol nedeniyle adam öldürmek olağanlaştı.

Ancak, dikkatinizi çekerim: Faşizmimiz bile yamuk yumuk. Acemi hırsız gibi, acemi şikeci bunlar. Yakalanıp ceza alabileceğini hiç hesaba katmıyor. Yakalanınca, çamura yatıyor.

Olacağı şu:

UEFA’dan 5 yıl tart. Sonra, işler aynen devam.

(25 Ağustos 2011)

Deliyim, Delisin, deli

“Türkiye'de nüfusunun yüzde 18'i yaşam boyu bir ruhsal hastalık geçiriyor.

...

Kardiyovasküler hastalıklardan sonra, yüzde 19 ile ikinci sırada psikiyatrik hastalıklar bulunuyor..”


Nüfusun % 12,5’u engelli. Bu ikisinin arakesiti limit sıfır olabilir. Engellilerin önemli bir bölümü (% 12,5’un % 9’u-10’u) yaşlılıktan dolayı, hem bedensel, hem zihinsel yetersizlik (kendine bakmasal ve/ya bunamasal) yetersizlik yaşıyor.

Dikkatinizi çekerim: Seçmenlerin belki % 25’inin zihinsel yetmezliğinden söz ediyoruz. Akıllı sayılanların yaptığı zırdeli siyasal seçimlere bakılınca, bunun o denli önemli olmadığı da söylenebilir.

Kendiminki dahil, genelde deliliğin temel / en önemli nedeninin siyasal-kültürel durum olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünen pskiyatrist oranı da az değil.

Bir kere liberalizmler insanları delirtiyor. Doyum, dolayısıyla huzur kalmıyor insanda.

Onun öncesinde 3 askeri darbe insanları delirtti.

51 yıllık yaşamımda zırdeli saçmalayan insan görmedim desem yeridir. Gayet normal yaşam sürdürenleri kastediyorum, sevgili marjinal / ayral kardeşlerimi değil.

Sorun, delilerin kendilerine ve aslen kendileri deli olup delilere eziyet eden normallerin delilere karşıki zulüm ötesi normal faşizminde.

Bugüne kadar öldürülmediysem, bunu, deliliğim dahil, birçok farklılığımı saklamakla becerdim.

Tabii tüm deliler, benim gibi ‘survivor’ değil. Cırk diye eziliveriyorlar, özellikle mülayim huylular.

Düşünebiliyor musunuz?: Bayram boyunca onlarca çocuğun birbirinin ağzını burnunu kırdığını, yasak olmasına karşın ortalığı patlayıcılarla gürültü ötesine boğduğunu, ellerinde silahlarla birbirini gözünü çıkaracak taşlar fırlatmasını izledim. Saydığım kadarıyla, kalaşnikof dahil, onlarca model plastik silah vardı. Ciddi mahalle savaşları vardı.

Bunlar saldırgan deliler, diğerlerini yok etme peşindeler. Geleceğin kronik kriminalleri olacaklar. Semtte yaşadığım son 5,5 yılda (ergenlikten gençliğe geçenlerin) bazılarının yavaş yavaş olmuş olduğunu da gözlüyorum.

Delilerin savaşına hoşgeldiniz. Bu, bildiğim kadarıyla resmi ilk deliler savaşı olmakta. Savaş kroniği yazmayı sürdüreceğim.

Evet, başlıktaki gibi:

Deliyim, delisin, deli.

(3 Eylül 2011)

İETT Doğru Söylemiyor

“TRT Haber’in sorularını yanıtlayan İETT Genel Müdürü Dr. Hayri Baraçlı, Akbil`in kaldırılmasının söz konusu olmadığını ve temassız kartla paralel kullanılacağını söyledi.”


Doğru değil bu...

Doğrusu şu:

Elektronik kartlara kimse rağbet etmeyince, zorunlu olacağına ilişkin bir söylenti çıkarıldı. Herkes gitti, elektronik kart aldı. Kartlar bitti. Sonra satacak kart kalmayınca belediye sıkıştı.

İETT hemen geri adım attı. Akbil’in kalkmayacağını söyledi.

Tüm bunlar bayram üzeri oluyor ve son tarih olan 1 Eylül bayram günü ve her yer tatil.

Ben, bunlardan habersiz 4 Eylül günü akbilimi doldurmaya kalktım. Eski tarihli olduğu için, makinalar doldurmadı. Bu arada, 3 Eylül günü içindeki kontörleri kullanabildim.

Bu ayrıntılara ilişkin, hiçbir yerde açıklama yok.

Ayrıca, elektronik kartlar çabucak bozuluyor ve kendi kendine boşalıyor. Belediye bundan haberdar, çünkü konuyu bana akbil doldurucusu açıkladı, şikayetler onlara iletilmiş.

Bu arada, 15 milyonluk İstanbul’da birkaç tane değiştirme yeri olması, tek binişlik kartların 1,75 yerine, 2 TL olması gibi, gayet küçük ama mide bulandırıcı ayrıntılar mevcut. O kartları daha önce yalnızca garibim turistlere satabiliyorlardı.

Şunu rahatça söyleyebilirim:

Belediye bayram sırasında bu işten açıktan adam başı 1 TL’den 2-4 milyon TL kazandı.

Tüm AKP mensuplarına şunu hatırlatırım:

Yolsuzluklarda zaman aşımı kaldırıldı. Taa Erdoğan’ın belediye başkanlığı zamanından kalma, akbil yolsuzlukları davaları mahkemelerde (Deniz Feneri davası gibi)  sürüncemede tutuluyor. Bunlardan dolayı ergeç birileri yargılanacak. Tabii ki küçük adamlar feda edilecek. Onlar da, Erdoğan’a Meclis’teki yerini hediye eden, Jetpa Fadıl gibi, ortalıkta görünmeden, hapis mapis yatmayacak, 8 milyonu götürüp, evinde yatan Erbakan gibi. Birileri şu an kanserden hapiste ölüyor ne gam.

Evet beyler, bayram bayram onlarca büyük günah işlediniz: Yetimin hakkını yeme, yolsuzluk, haksız kazanç, mazlumun bedduasını alma, vd...

(4 Eylül 2011)

Labya Seğirmesi

Uzun süredir ilk kez alaturka kadın yazarlara merhametli davranmaya karar verdim.

Merhamet: Aynı adı taşıyan, (birincisinin ikincisinden apartma olduğu) Türkçe ve Fransızca 2 romanın imlediği anlamda merhamet. Hani, bilmediğimiz bir neden vardır, bu merhamet edilmeyecilere merhamet gösterilmesi için, onun gibi bir şey...

Yokmuş.

Adaylarım, Elif Şafak ve Oya Baydar idi. Eserleri, sırasıyla ‘Med-Cezir Yazıları’ ve ‘Kayıp Söz’.

Berbat. Berbat ki ne berbat.

1920 doğumlu, ilkokul mezunu ümmi teyzelerimin kadınsı düzeyinin aynındalar: Labya seğirmesi.

Konunun açılımı, eleştiriye değil, pornografiye giriyor. Beyinleri gerçekten öreke aralarında.

Bunlar dünya görmüş, teyzelerim yalnızca semt ufku görmüş. Bakış açısı darlığı aynı.

Sorun, Mart hormonu değil, bunun kültürolojik bir takıntı kılınmasında. Hani, erkekler testislerini tartarak, kaavede dünyayı kurtarırlar ya; bunlar da memelerini hoplatarak, öyle yapmışlar.

Antitezleri var mı? Var: Sevgi Yenen ve Tezer Özlü.

(6 + 15 Kasım 2011)

‘Post-Reification’

Şeyselleşme (reification) çok kritik bir terimdir. Bıçak sırtında durur. Yanlış anlamaya oldukça açıktır. Çoğul okumalara açıktır. Kimse de, kendi aşırı yorumunun en geçerli olduğunu kanıtlayamaz. Tam da, post-modernlerin sevdiği türden bir muğlaklıktır bu.

Ancak, durun. Bir olaylar dizisi ortaya çıkıyor. Ortaya yepyeni bir kavram çıkartıyor:

‘Post-reification.’

Şeyselleşmenin, ‘nesneleşme’ ve ‘nesnelleşme’de olduğu gibi, nüanssal ayrımlara sahip birden çok anlamı var. Ancak, günümüz kullanımında marksist estetikçilerin burjuvazinin proleteryanın sırtına yüklediği bir yabancılaşma yükü olarak tanımlanmış.

Zaten sorun burada başlıyor:

Sevgili proleteryamız, ‘kitsch’ / banal / bayağı / popüler kültür ürünlerini, yalnızca burjuvazi kendisini sömürsün diye tüketmiyor. Düşünün ki bir zamanların TRT’sinde bu bayağı ürünlerden olan arabesk şarkıların çalınması yasaktı. Yani, elitler avamlara avamlık hakkı tanımıyordu.

Buna benzer bir durum da Almanya’da ortaya çıkmış:

“Berlin Bienali daha başlamadan sansasyona neden oldu. Nisan ayında yedincisi düzenlenecek Berlin Bienali’ne davet edilen Çek sanatçı Martin Zet’in projesi şimdiden merak uyandırıyor ve eleştirilere yol açıyor.

Martin Zet, Almanya’nın en çok satan tartışmalı ‘Almanya kendini yok ediyor’ adlı kitabın okuyucularına, kitaplarını başkent Berlin ve Almanya’nın başka kentlerinde belirlenen ‘toplama noktaları’na teslim etme çağrısında bulundu. Bienal başladığında toplanan kitaplardan bir enstalasyon oluşturacak olan Zet, Bienal bittikten sonra da bu kitapların geri dönüşümünü sağlayacak. Zet, Almanya merkez bankası eski yönetim kurulu üyesi Thilo Sarazzin’in yazdığı Müslüman karşıtı kitaptan en az 60 bin adet toplanmasını bekliyor.”


Pek sayın sanatçımız, bu kitapları geri dönüştürecekmiş. Yani, yakmanın daha kibarcası.

‘Reification’un bir anlamı daha var ki çok önemli:

‘Somutlama’ anlamına da geliyor. Böylelikle, soyutlamanın karşısavı oluyor.

Zaten sorunsal da tam da bu noktada:

Proleteryanın da, burjuvazinin de düşüncesel soyutlama kabiliyeti sıfırdır, hatta eksidir. Entellektüellerinin çoğununki bile öyledir.

Açmazın ‘somut x soyut düşünce’ karşıtlığında yattığını, marksist estetikçiler 100 yıldır açımlayamadılar, çünkü buna intikal edemediler.

Açımlayalım:

Soyut düşünce olmadan ya da ileri derecede soyutlama yetisi olmadan, 5.000 yıllık ‘dünya sistemi tarih’in haritasını 5-6 boyutlu olarak zihninizde toparlayamazsınız. Üstüne bir de dikmeler / çıkmalar alıp, tarihsel artı-değer vektörlerinin genel alan dağılımını da göremezsiniz. Bu paragrafı okuduğunda, çoğu okurun olacağı gibi, ‘hö?’ olursunuz.

Kulağı tersten göstererek de olsa, haberdeki kişi doğru savı dile getirmiş oluyor: Almanya kendini gerçekten yok ediyor. Çünkü multi-kulti toplama kampında bile bitirilemedi. Çünkü Türkler kolay kolay asimile olmazlar. Çünkü Türkler asimile olsalar bile, yasaklanmadıkça, hatta yasaklandıktan sonra bile, cumhurbaşkanlığı sarayı önünde mangal yaparlar. Hatta, bununla da  yetinmezler, ülkelerindeki cumhuriyeti tarihe gömerler.

Tabii şunu da anımsamak gerek: Ta Hunlar zamanında, zaten Germen kabilelerin kanı karıştırılmıştı. Yoksa, siyah saçlı Germen nasıl olacak ki?

Şimdi, kim bunun neresine nasıl neden ne zaman hangi hakla müdahale edecek?

Karıştırılmasın:

Anti-hümanist benim, hümanist olan bunu alkışlayan veya yuhalayan kesimlerin ikisi de. Yani, çifte değilleme var: Hümanizm her durumda geçersiz. Üçüncünün olurluğunu da ben söylüyorum, her 2 birbirine karşıt hümanist kesim değil.

Tabii, bunu yine bir eleştirmen aşırı yorumla ortaya koyuyor, sanatçının kendisi değil.

(18 Ocak 2012)

İleri Marjinallik

Giriş:

Bu bir kitap adı. Tam künye:

Kent Paryaları: İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi, Loic Wacquant, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

Bu bir durum. Konum değil. Benim durumum.

Bu sıralar parasızım, bu nedenle kitabı kitapçıda hızlı okudum. Olay büyükkentte geçiyordu.

Doğru kitaplar, beni hep doğru zamanlarda bulur. Bu da öyle oldu.

Açımlama:

Standart biyografiler vardır. Onların normları, rolleri ve statüleri vardır.

Astandart nekrografiler vardır. Onlar genelde marjinaldir ve ayraldır.

Ben fakir doğdum ve bugünkü bedeli toplamda 1 milyon dolardan pahalı olan, 25 yıllık bir eğitimi bedavaya aldım. Yani, entellektüel bir proleteryayım.

Benzerlerim sınıf atlamayı seçti. Ben başladığım sınıftan da aşağıya inmeyi seçmiş oldum. Ben yalnızca bilgiyi seçtim, ölümler (öldürülmeler) ve düşüşler ardından geldi.

Doğal olarak, kendim gibilerin arasına düştüm. 6 yıldır Kasımpaşa’da oturuyorum. Burası, jentrifikasyona tabi tutulan ve onlarca azınlığın birarada yaşayamayıp, birbirleriyle savaştığı bir semt. En azından, benim orada bulunduğum 2006-2012 için böyle durum.

Toplumbilimin katılmadığım çok örtük koyutu ve varsayım-kabülü vardır. Bunlardan biri de, ‘birarada yaşayabilirlik’tir. Ailem dahil, hiçbir toplumsal altkümenin 1960-2010 arasında barış içinde birarada yaşadığını görmedim. Şiddeti hep gördüm, İzmir Alsancak 1973-1977’de, İstanbul Kasımpaşa 2006-2012’de.

Toplumbilimin geçersiz varsayımlarından birisi de, küme içi dayanışmadır. Araplar’ın atasözünde olduğu gibi, kardeşin kardeşe düşmanlığı ile başlayıp, büyüyen ölçekte kabilelerarası kan davasına kadar kayan, yaşayan kanlı canlı bir savaştır benim tanık olduğum.

Kent paryası, marjinal, ayral, beyaz zenci, siyah Türk… Bunlar hep habire, yeni yeni ortaya çıkan, değişik altkültürlerin adlandırılmasına yaramıştır.

Ancak ileri marjinallik, benim yıllardır tam da aradığım deyimdi. Anormal tanımının kapsamı, çan eğrisi dağılımlı bir toplumda, 2 uçtaki toplam % 1,5’u temsil eder ama 2012 Türkiye’sinde % 5 alkolik, % 5 depresyonda ve ilaç alan, % 5 de keş marjinal var. % 5-10 eşcinsel, % 13 engelli, % 10 Kürt, % 10 Alevi de eklenince, geriye pek bir şey kalmıyor doğrusu. Tüm bu azınlıkların arakesitlerinin olması gerekmiyor. Tabii ki var ama kural olarak gerekmiyor. Diğer bir deyişle, % 50’sinden çoğu anormal / marjinal olan 74 milyonluk devasa bir kitleyiz.

Bu durumda, ülkemizin genel panoraması, bir ‘ileri marjinallik’ sergilemesi oluyor. Kitapta bu durum, aynen ama başka ülkelerden örneklerle anlatılıyor, hatta orada da ana nedenlerden biri jentrifikasyon ama orada toplumun veya insanlığın genel durumu için bu tanım kullanılmıyor. Bu bir.

İkincisi kitap, 1987-1997 arasında, yani dünyanın neo-globalizmin ve neo-libelarizmin pençesinde bu duruma geldiğini panoramalayamıyor. Yani, son siyasal momentin kendisi zaten ileri marjinal bir ideoloji. Muhafazakarlar durup dururken dağıttı, geçmişte hiç bu kadar çıldırmamışlardı ve asıl önemlisi, muhafazakarlar eskiden liberal değildi. (Bugünün İngiltere’sinde ikisi için ayrı 2 parti vardır hala.)

Üçüncüsü kitap, dünya nüfusunun % 50’sini geçen biçimde temsil edilen 3. ve 4. dünya ile ilgilenmiyor. Oysa ki tutucu kurumlar olan BM, DB ve IMF bile, global toplumsal çöküşün belirtilerine ilişkin, son 30 yılda onlarca global rapor hazırlamış durumda.

En sonuncusu da şu: Benim de dahil olduğum biçimde, ileri marjinalliğin isteyerek ve seçilerek yaşanması ki kitap tam tersini savunuyor. Kardeşim, gerçek şudur: 1848’den beridir tüm devrimciler, anarşistler ve nihilistler, en keşten  bile daha aşağıda muamemeleye maruz bırakılmıştır; üstelik keşler bile devrimcilere normaller gibi aynısını yapmıştır. Devrimcilerin çoğu da, tarihsel bilgileri nedeniyle bunu bilirler ve durumlarının bedelini bilerek ve isteyerek seçerler. (Örneğin, 1980 öncesinde apolitik sayılan ben bile işkenceyi biliyordum ve 1980 sonrasında karşılaşınca da şaşırmadım, onu görmek istemezdim ayrı konu.)

Marjinal gruplar arasındaki savaş, benim mi ilk yazdığım bir şey, bilmiyorum ama literatürde bunu yazmış birine henüz raslamadım. Diğer bir deyişle, marjinaller kıstırıldıkları dar alana sığışamayınca, birbirlerini daha ileri noktalara doğru süpürürler ve birbirlerini ezerler. Benim biyografimde de böyle oldu. Tabii ki bu işin asıl faili normallerdir. En asimile edilebilir az anormalleri bir uçtan sıkıştırdın mı gerisi genelde çorap söküğü gibi gelir, gelmiştir de zaten. Kaotik matematik model böyle işliyor, domino kuralınca.

Gelelim sevgili ülkemize: Diğer ülkelerde marjinaller işi azıtıp sokak çetelerine dönüşürken, bizde normaller hırsızken, marjinal açlar hırsızlık yapamaz, çünkü bunu yapmayı bilmez, çünkü araçlarına erişememiş durumdadır. Bir de idare etme durumu çoktur.  İronik, değil mi? Anti-Calvino bir vaka diyelim buna.

Gelelim işin güzel yanına: Toplama kampından çıkanlardan, yani bir tür ileri marjinallerden inanılmaz beyin parlaklığı taşıyan ürünler çıkmıştır. Diğer bir deyişle, en ileri marjinallerden bir bölümü, asla silinemeyecek yaratı örnekleri bırakırlar, bırakmışlardır da… Bu da, normallerin tarihini bile değiştirir.

Nasıl ki Flechteim gelecekbilimi kurarak, bir zekat keçisi olarak benim, kendini topluma feda etmesini ve erken ölmesini önlemiştir; ben de öyle bir gelecekbilim kurdum ki insan türünü gelecekten silip süpürdü ve o model işlemeye başladı bile…

Evet, marjinalleri ve hatta en ilerilerini öldürebilirsiniz ama tek tek,  hepsini değil…

Ondan sonrası, kaotik epsilon yalpanın makro-makro bir devrime dönüşüp dönüşmeyeceğinde…

Siz normaller, yüzyıllar boyu marjinallere süper eziyetler ettiniz ama onlardan biri, hepinizin mezarını kazdı bile…

Dipnot: Bu ‘marksist olmayan devrimcilik’ de, ekstradan ileri marjinal bir durumdur.

(18 Ocak 2012)

Başka, Diğer ve Öteki

Bunlar, Türkçe’de eşanlamlı olabilen sözcüklerdir.

Diğer ve öteki, ikisi de başka başka kişilerce kullanılarak, toplumbilim ve zihinbilim terimi durumuna dönüştürülmüştür.

Ancak başka, hem az kullanılmıştır, hem de ötekilerle eşanlamlı olmaktan başka bir anlamı da vardır.

Başka başkadır ama diğer ve öteki, benle aynı (şey) olabilir veya benin yerine konabilir.

İşte o başkadaki başka olarak, bize varlıktan başka bir şey gerek.

Düşünde her kavramın üzerine tüneyen bir baron vardır. ‘Başka’ terimi de Lavinas’a kalmış ve mal olmuş.

Ancak bir sözü var ki başka bir söz isteyen, o da şu:

‘İnsanlar kendini evinde hissetmek için felsefe yapar.’

Hayır. İnsanlar evi terketmek için felsefe yapar.

Ev bağlanmaktır. Başka yere ayrılırsın, koparsın, sıçrarsın. İlki statik, sonraki dinamiktir. İlki pozisyon, ikincisi negasyondur.

Negasyonlu olmayan felsefe, felsefe değildir.

Gelelim diğer sözüne:

‘Çıplak yüz karşısındakini de soyar.’

Yine hayır.

Zamanın İsrail başbakanı Golda Meir’in ifade ettiği üzere Yahudiler, o ülkede Musevilik değil, fahişelik de yapmıştır.

Artı, Levi’nin yazdığı üzere Yahudi, Yahudi’nin kurdudur.

Bu durumda o söz şöyle söylenebilir (Kafka’esk biçimde):

Çıplak derilinin derisini bir daha soyarlar, hem de başkaları değil, bizimkiler.

Ancak, Musevi’yi toplama kampına koy, yine de hakkını ver:

Evet: Bize varlıktan başka şeyler de gerek. Yokluk, hiçlik, eksi varlık, sanal varlık, henüz adı konulmamış olan, her ne ise o...

Bunu neden önesürüyorum?:

Çünkü düşünen bir beynin var olduğunu hiç görmedim, kayıtlarda da yok.

Örnek mi?

Buto’cular.

Örnek mi?

Fassbinder.

Örnek mi?

Bosch.

Tao’ist yorumla söyleyelim:

Var olan yol, yol değildir.

(18 Ocak 2012)

Ticari Kartların Kültürolojisi

Reklam kartı veya ticari kart sayılan bu nesneler öncelikle koleksiyon objesidir.

Sonralıkla, zamanının aktuel kültürünün aynasıdır.

Bulyon, ciklet, çukulata, sigara, çay gibi, çok farklı ticari metalar, reklam ve satış öğesi olarak bunları kullanmış. Sonradan bunlar başka kültürolojik anlamlar kazanmış.

Bu nesneler neden koleksiyon malzemesi olur?

Küçüktürler, saklanmaları kolay olur. Tematik konulu olurlar. Kataloglu ve listeli olurlar. Başka hiçyerde bulunmayan görsel öğeler (manzaralar, insanlar) içerebilirler. Örneğin, İngiliz bir sigara kartının bir İstanbul fotoğrafı var, 10 yıldır aranıyor, gören yok. Neden şu: Seri yerine, dağınık konulu bir dizinin yalnızca tek parçası olarak üretilmiş. Üreten de, sapa bir şirket imiş. Yani, nadirlik için gereken her niteliğe sahipmiş. İnternette bile epeyce süredir henüz göremedim.

Bu nesneler neden zamanının kültürünün aynası olur?

Çünkü, örneğin artist dizisiyse, o anki ünlüler dizisi olur. Aradan 5-10 yıl geçince, kimse onları hatırlamaz. (50 küsur yaşında biri olarak söyleyebilirim ki birinci derecede ünlü olmayan ve 5 yıldan eski olan hemen hiçbir oyuncuyu, ilk bakışta tanıyan çıkmıyor.)

Devamında:

Diğer bir popüler kültür malzemesi olan, çizgiromanların gayrıresmi tarihini oradan izleyebilirsiniz. 100 küsur yıllık ve en çok 2-3 yılda bir yenilenen bir tarihten söz ediyoruz. Örneğin, Batman’in onyıllara dağılmış olarak 40’a yakın farklı serisi var.

Burada önemli bir konu:

Hemen hiçbir koleksiyoncu bunların hepsini toplamaz. Yani diğer bir deyişle hiçbir koleksiyoner, çok ilgili, çok bilgili, çokdisiplinli, çok dönemli, çok mekanlı ve çok kültürlü değildir. Yine, Batman’den örnek verirsek, anime yorumları insanları rahatsız etmiş, çünkü hesapça onlarda Yanki ruhunun dışına çıkılmış.

Gelelim bu metni yazma nedenime:

Yaşlılığı nedeniyle, yeni şeyler öğrenme zorunluluğu duyan ve aynı zamanda çocukluğuna özlem duyan biri olarak, bu kartları yeniden anımsadım. Son 1 yıldır bu konuyu tam olarak öğrenmeye çabalıyorum ve çok ilginç kayıtlarla karşılaşıyorum.

Şöyle bir örnek verelim:

Panini kartlar, yalnızca tek şirket olarak dünyada yılda 1 milyar dolar ciro yapıyor. Bu, 100 milyonlarca set satmaları demek ve satıyorlar da. Aynı zamanda, girmedik konu bırakmıyorlar.

Ticari açıdan market kurallarına aykırı bir durum var:

Hiçbir ticari kart markasının internet sitesi, elindeki tam serileri, kaça sattığını, nereden nasıl alacağını tam açıklamıyor, yani tüketiciyi eksik bilgilendiriyor.

Gelelim gündelik kültürolojiye:

Bunlar çok ilginç biçimde, o yerzamanın bilgi momentine yönelik, çok  ilginç ipuçları veriyor.

Örneğin:

Liebig bulyonlarının Felemenkçe versiyonundaki Belçika veya Belçika Kongosu (eski Zaire) tarihi, 1900’lerin tarihsel bakış açılarını ve doğal olarak da koloniyalistçe dilegetiriyor.

Hele hele (birkaç dilde dağılan) birkaç konu var ki bugün onları  Wikipedia’da bile bulamazsınız:

Devler, çocuk beşikleri, çocuk oyunları, halk oyunları, halk eğlenceleri. Tam safkan folklorik bilgi ve  o konuların alıntılandığı kitapları bugün bulmak imkansız durumda ama o kartlar hala internette dolanımda.

Günümüzün global en ilginç konusu ise, televizyonlarda en çok izlenen konu olan futbol. Ancak, orada da güncellik önemli: 1900’ların İngiliz futbolcu serileri, futbolun beşiği İngiltere’de bile ilgi çekmiyor, hatta 1966 Dünya Kupası’nı kazanan kadro bile öyle sayılır. İlla ki günümüz UEFA serileri (Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi) olacak. Tabii ki onları tamamlamak pahalıya patlıyor. Ona da hile bulmuşlar: Albümle kartları eksik veriyorlar ve ondan sonra bir kerede sınırlı sayıda eksik kart gönderiyorlar. İşin yoksa, uğraş dur.

Öneririm, ticari kartlarla bir ilgilenin.

(6 Ocak 2012)

Üniseks ve Enterseks

Cinsiyet dediğin, acaip bir mevzu. Özellikle de Türkler için:

Yedikçe acıkan obezler veya ‘karnı tok, gözü aç’ küçük burjuvalar gibiler bu konuda.

O nedenle, bu ülkede ve bu dilde bu konu zor anlatılacak durumda ya, deneyelim bakalım.

1960 doğumluyum. Ergenliğime ve etkin cinsel yaşama 20’li yaşlarımda girdim. Zihinsel oarak da 45 yaş civarında çıktım.

Genellikle bir konu benim için zihinsel olarak önem kazanınca, o konu ile ilgili kültürel malzeme muhakkak karşıma çıkar.

Bu kez de öyle oldu. İnternet üzerinden Türk aseksüellerle tanıştım. Ancak, yukarıda saydığım Türklük acaipliklerine, bizim aseksüeller de bir katkıda bulunuyorlardı: Kadınlar, seks yapmak istemiyorlardı ve çocuk sahibi olmak istiyorlardı.

Sonuçta bu konudaki düşüncelerim nedeniyle, en kısa zamanda konuyla ilgili siteden kovuldum.

Üniseks desen, transvestiliğin başka bir versiyonu.

Şimdi de bu enterseks konusu gündeme geldi:

“Bir erkek çocuk gibi büyütüldüğünü söyleyen Adeleh, çocukluk yıllarında kendisini kız gibi hissettiğini söyledi.

Ergenlik yıllarında bir kliniğe giden Adeleh'e, ameliyat geçirmeden kadın olarak yaşaması tavsiye edilmiş. Ancak Adeleh'in cinsel kimliğini arayışı burada son bulmamış.

20'li yıllarında tekrar erkek olarak yaşamaya başlamış ve Adam adını almış. Geçirdiği tüm bu değişimlere rağmen yanlış cinsiyette olduğunu düşünen Adeleh, Tayland'a giderek bir dizi estetik ameliyat geçirmiş.

Cinsel kimliğini bulması ise Tayland'dan İngiltere'ye döndüğünde, 28 yaşında gerçekleşmiş.

Yaşamının 40 yılını erkek olarak geçiren Caroline Kinseywho ile tanıştığında, kendisinin de onun gibi bir 'intersex' yani çift cinsiyetli olduğunu anlamış. Kendisine, hem psikolojik, hem de fiziksel olarak iki cinsin de özelliklerini taşıdığı anlatılan Adeleh de, ender görünen bu cinsel kimliği ile yaşamaya karar vermiş.”

Öncelikle tanım sorunu:

Çift cinsiyetlilere ‘hermafrodit’ denir, ‘intersex’ (ara-cins) değil. Hermafrodit, Eski Yunan mitolojisinde Hermes ve Afrodit’in birleşmesinden doğmuştur. Hermafroditlik genetik bir sonuçtur.

Zihinsel olarak, kendini çift cinsiyetli hissetmenin, aktif biçimi biseksüalite olarak zaten var.

Ancak Jung’cu anlamda, kadındaki erkek animus’tur, erkekteki kadın anima’dır. Bu, Latince’deki cinsiyet eklerinin yer değiştirilmesiyle yaratılmıştır.


Geleneksel eşcinsellikte de aktiflik ve pasilfik var, hem kadın eşcinselliğinde, hem erkek cinselliğinde. Her ikisini de olanlar da var, yalnızca birini olanlar da var.

Vakamız ise biraz edebi olmuş. Kosinski de konuya aynı biçimde yaklaşır ve bir romanında bir erkek cinselliğnde doyumu yalnızca erkekten dönme bir kadınla yaşar, çünkü bir erkeği yalnızca bir erkek anlayabilecektir ona göre...

Dönelim kendime:

Yaşamıma bedensel olarak 20 kadın girdi. Zihinsel-dost olarak da 20 yaş kadın daha girdi. Sevgililer dostları daima gömmeye çabaladı.

14 yaşımdan 51 yaşıma zihnen ve bedenen dengemi yitirmeye çabaladıkça, dengem daha çok yitirdim. Artık denge aramıyorum.

Polarize olan cinsellikte bir denge çok zor. Her 2 kişi de yaşam ve zaman içinde sürekli değişiyor. Günümüz hızlı koşullarında yıllara bağlı uzunlukta bir süre boyunca çift kalabilmek imkansız.

Gerçek durum da bu:

G-7 ülkelerinde insanların % 25’i yalnızca yaşıyor. Evliliklerin % 50’den çoğu boşanmayla sonuçlanıyor.

Kendim veya bir başkası çin düşünüyorum da:

Ne üniseks, ne de enterseks yaşamak cinselliğe bir çözüm değil, çünkü bu denklemin rasyonel kökü yok. (Sanal kökü olabilir ama bu sanallık siberuzay sanallığı değil de, beyindaşlık gibi bir şey: 2 Curie’ye nasip olduğu rivayet edilir.)

Oğuz Atay’ın dediğini yaptık: Genel panoramayı çizdik, o resmin içine kendimizi de kondurduk: Onun, Bilgi ileyken bilgisiz, Sevgi ileyken sevgisiz kalması ironisi gibi.

Eşcinsel evliliğine izin verilmeden önce de, eşcinsellerin boşanacağını biliyordum. Hem boşanacaksan, hem de çocuk yapaksan, onyıllarca düzlerden / heterolardan farklı olduğunu önesürmenin mantığı kalmaz.

Adel’in de, yeni elma şekerini yalayıp bitirip, şekerin onlarca katı olan sapını bir tarafına yiyince, göstereceği tepkisini meraklı bekliyoruz.

(4 Mart 2012)


Nefret Suçları

Nefret suçları Wikipedia’da şöyle tanımlanıyor:

“... hate crimes (also known as bias-motivated crimes) occur when a perpetrator targets a victim because of his or her perceived membership in a certain social group, usually defined by racial group, religion, sexual orientation, disability, class, ethnicity, nationality, age, sex, gender identity, social status or political affiliation.”


“Nefret suçları, suçu işleyen kurbanın belli toplumsal statüs, ırkı, dini, cinsel yeğlemi, engelliliği, sınıfı, etnisitesi, ulusu, yaşı, cinsiyeti, cinsel kimliği, toplumsal statüsü veya siyasal seçimini hedeflediği zaman ortaya çıkar.”

Burada olumsuz çoklu eşanlamlılık var:

Bir: Bunların bazılarını yapmak özsavunmadır.

İki: Toplumda azıcık güçlü durumda olan herkes, kendinden zayıflara karşı bu suçları işler.

Üç: Bu suçun tanımı maksadını aşar.

Dört: Nefret suçuyla insanlık suçunu birbirine karıştırmanın anlamı yoktur, insanlık suçuyla da savaş suçunu birbirine karıştırmanın anlamı yoktur.

Bakın:

Bir: Yaşama hakkı, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde varken, savaşta ölme devletlerin / ülkelerin yasalarına bırakılıyor ve ‘savaşta asker kaçaklığı’ tüm ülkelerde idamlık suç sayılıyor. Peki, nerede kaldı yaşama hakkı?

İki: Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuranlar arasında, orada yargılanması ve idam cezası alması gerekenler var.

Üç: Nobel Barış Ödülü’nü alanlar arasında, insanlık suçu ve savaş suçu işleyenler var. Nefret suçunu, her anlamıyla haydi haydi işlediler.

Bu, büyük mülkiyetin ve uluslararası ticaret yasalarının güçlüyü koruması gibi bir durum.

Türkçe bir özdeyiş vardır:

‘Ol kadı olursa davacı

Olur mu ol mahkemenin hükmünde dirayet?’

Ne bu?

Ben Tatar’ım. Bir Tatar olarak, Tatarlar’ın 1402’deki, 1683’teki ve 1940’taki ihanetlerinin cezalandırılmasının doğru olduğunu savununca, onlara karşı nefret suçu işlemiş olacağım, öyle mi?

Gidin yahu...

Ben insanların tümünden nefret ederim. 7 milyarlık Dünya ve 70 milyonluk Türkiye nüfusunun her bireyinden, hepsi de hak etmiştir bunu. Bunda da kendimi haklı bulurum. Tıpkı Sırplar’ın eski-Yugoslavya savaşları sırasında yaptıkların nedeniyle, AİHM’de veya UCM’de toptan yargılanmasını haklı bulduğum gibi.

Bu iş töreye döndü: Birinde sevap olan şey, öbüründe günahtır ve tüm töreler birarada yaşayamaz, birbirini öldürür.

Beyler, BM zaten battı ve bitti.

Eğer insanlar adaletten de umudu toptan keserse, benim gibi kendi adaletlerini kendileri aramaya başlarlar ve ortalık Japon kale maça veya ‘poliello’ya (düellonun orjisi) döner.

Yani, kan, ter ve gözyaşı seli ortalığı yıkar götürür.

Hukuk eliyle buna dayanak yaratılması eksi zekalılığın ve eksi bilgililiğin en hasıdır, bu böyle biline...

(17 Mart 2012)